ANA SAYFA
MENTEŞE
MUĞLA
İLLERİMİZ
CUMHURBAŞKANLARIMIZ
BAŞBAKANLARIMIZ
TÜRKİYE
DEVLETLER
DEVLET BAŞKANLARI
ŞİİR KÖŞESİ
TURİZM
HABERLER
YEMEK KÖŞESİ
RESİMLER
EN'LER
JEOPOLİTİK
ÇEŞİT ÇEŞİT PARALAR
ARABALAR
EV RESİMLERİ
İSLAM
=> İSLAM NEDİR?
=> HAZRETİ MUHAMMED(S.A.V.)
=> HALİFELER
=> FIKIH
=> ŞERİAT
=> TASAVVUF
=> HANEFİLİK VE İMAMI AZAM
=> ŞAFİİLİK VE İMAM-I ŞAFİİ
=> MALİKİLİK VE İMAM-I MALİKİ
=> HANBELİLİK VE İMAM-I AHMED BİN HANBEL
=> SELEFİLİK
=> EŞ'ARİLİK
=> MATURİDİLİK
=> ŞİA
=> HARİCİLİK
=> CAFERİLİK
=> İSMAİLİYYE
=> MÜTEZİLE
=> YEZİDİLİK
=> BEKTAŞİLİK
=> KADERİYEE
=> CEBRİYYE
=> MÜRCİE
=> KADİYANİLİK
=> DÜRZİLİK
=> VEHHABİLİK
=> ALEVİLİK
=> HURUFİLİK
=> MÜŞEBBİHELİK
=> BAHAİLİK
=> BABİLİK
=> NUSEYRİLİK
=> CAHİLİYE DÖNEMİ VE EBREHE
=> FİL VAKASI
=> HAŞİMİLER
=> PEYGAMBER EFENDİMİZİN DÜNYAYA TEŞRİFLERİ
=> FİCAR SAVAŞLARI
=> PERGAMBER EFENDİMİZİN ÇOCUKLUĞU VE GENÇLİĞİ
=> HILFUL FUDUL VAK'ASI
=> İLK VAHYİN GELİŞİ
=> TEBLİĞİN BEŞ DEVRESİ
=> HÜZÜN YILI
=> MİRAC
=> MEKKE DÖNEMİ
=> AY MUCİZESİ
=> HABEŞİSTANA HİCRET VE GARANİK VAKASI
=> HZ.ÖMER'İN MÜSLÜMAN OLUŞU
=> 3000 YILLIK MUCİZE
=> AKABE BİATLARI
=> HİCRET VE MEDİNE DÖNEMİ
=> SAVAŞLAR
=> HUDEYBİYE ANLAŞMASI
=> KABE2NİN KIBLE OLUŞU
=> TEBUK SAVAŞI
=> CI'RANE VAK'ASI
=> EVTAS OLAYI
=> HUNEYN SAVAŞI
=> MEKKENİN FETHİ
=> MU'TE SAVAŞI
=> HAYBER SAVAŞI
=> DUMET'ÜL CENDEL VAKASI
=> PEYGAMBER ELÇİLERİ VE MEKTUPLAR
=> EFENDİMİZ'E DİL UZATANIN SONU
=> VEDA HUTBESİ
=> EFENDİMİZ DÖNEMİNDE BASIN
OSMANLI İMPARATORLUĞU
TARİHTEN
ŞİFALI BİTKİLER
GÜZEL MAKALE VE HİKAYELER
RESİMLERLE İLLERİMİZ
Galeri
SİYASİ PARTİLER
BAŞKENT RESİMLERİ
 

MALİKİ MEZHEBİ

Malik b. Enes b. Malik b. Ebi Amir el Asbahî'ye nisbet edilen fıkhî ekolün adı. Büyük fıkıh ekollerinden biri olan Malikî mezhebinin imamı İmam Malik, Hicrî 93 yılında Medine'den doğmuştur. İmam Malik, ilimle uğraşan bir aileye mensup olduğu için tahsil hayatına küçük yaşta başlamış ve Medine'nin seçkin âlimlerinden hadis ve fıkıh dersleri alarak kısa zamanda ilmî olgunluğa erişmiş, yeterliliğine kanaat getirince de Mescid-i Nebî'de ders okutmaya başlamıştı.

İmam Malik'in fıkıhta hocası Rabi'atu'r-Rey'dır. Bununla birlikte, onun fıkıhta derinleşmesinde ve hadis ilminde söz sahibi bir seviyeye yükselmesinde Medine'nin seçkin âlimlerinden Abdurrahman ibn Hürmüz, Şihab ez-Zuhrî, Ebu Zinad, Yahya b. Sa'id el-Ensârî ve Hz. Ömer'in azadlısı Nafi'in büyük katkıları olmuştur. O Nafi'den Hz. Ömer (r.a) ve oğlu Abdullah'ın fıkhını ve fetvalarını iyice öğrenmişti.

O, hayatı boyunca Medine'den başka bir yere gitmemiştir. İlimde ihtiyacı olduğu her şeyin, sahih bir şekilde Medine'de bulunduğuna inanıyor, manevî havasını teneffüs ettiği Peygamber şehrinden uzaklaşmak istemiyordu. Tahsilini Medine'de yapması ve hayatı boyunca oradan ayrılmamış olmasının, onun fıkhının oluşmasındaki tesirleri büyük olmuştur.

İmam Malik'in zamanı, âlimlerin odaklaştığı bir kısım şehirlerde, daha önce Ashab'ın ve Tabiinin buralara taşıdığı ilimler çerçevesinde, ekolleşmelerin başladığı bir dönemdir. Basra fıkıh ile birlikte, akaidle alâkalı meselelerin tartışıldığı, kelâmı görüşlerden doğan fırkalaşmaların görüldüğü, vaizlerin ve az da olsa fakihlerin bulunduğu bir şehirdi. Burada kendi şartlarına has bir fıkıh ekolü oluşmakta idi. Kûfe ise, İbn Mes'ud'un rivayetlerine dayanan Irak fıkhının merkezini oluşturuyordu. Bu fıkıh ekolünün, İmamı Malik'in de kendisiyle görüşüp bilgi alış verişinde bulunduğu Ebu Hanife'dir. Burada fıkıh, sadece vuku bulmuş olaylara verilen fetvalar üzerine bina edilmiyordu. Meydana gelmiş hadiseler yanında, vuku bulması muhtemel meseleler çerçevesinde bir takdirî ve farazî fıkıh oluşmuştu.

Irak fıkhının en belirgin özelliği ise, reye çokça başvurulmasıdır. Kıyas ve istihsan, orada en çok kullanılan temel fıkhi öğelerdendir. Şam bölgesinde ise sahabe kavilleri ve Tabi'in fetvalarına dayanan fıkıh hakim olup, reye pek başvurulmazdı. Şam ekolünün temsilcisi ise Evzâi'dir.

İmam Malik'in imamı olduğu Medine ise, hadisin beşiği, Sünnetin amelî rivayetinin yapıldığı ve herkesin Sünnete sıkıca yapıştığı bir yerdi. Ayrıca, Hz. Ömer (r.a), Zeyd b. Sabit (r.a), Hz. Aişe ve İbn Ömer'in fıkhî görüşleri ve onları takip edenler, Medine'de bulunmaktaydı. Medine'nin Yedi Fukahası diye şöhret bulan Tabi'inden, Sa'id b. Müseyyeb, Urve b. Zübeyr, Kasım b. Muhammed, Harise b. Zübeyr, Ebu Bekir b. Ubeyd, Süleyman b. Yesar ve Ubeydullah b. Abdullah Ashabın fıkhını nakleden Medine'nin seçkin âlimleriydi. İmam Malik bu âlimlerin fıkıh usullerini kavramış, fıkhî görüşlerini iyice özümlemişti. Medine; hadis, sünnet ve reyin hepsinin bir arada bulunduğu, her taraftan ilim arayanların doluştuğu ve yüksek bir ilmî hareketliliğin yaşandığı bir yerdi.

İmam Malik'in kendine has fıkhî ekolün oluşmasına tesir eden unsurlar şöyle sıralanabilir:

a) İbn Hürmüz'den edindiği çeşitli fırkalar ve düşüncelerine dair aktüel bilgiler ve farklı fıkhî ve fıkıh dışındaki mezhebler ve bunların ayrılık sebebleri hakkındaki derin bilgi.

b) Ashab'ın, özellikle Hz. Ömer'in oğlu Abdullah ve Hz. Aişe (r.a)'nın fetvaları ve Tabii'nin büyüklerinden İbn Müseyyeb ve diğerlerinin, rivayet yoluyla öğrendiği fetvaları.

c) İlk hocası Rabi'atu'r-Rey diye şöhret bulan Rabia b. Ebu Abdurrahman'dan aldığı rey fıkhı. Ancak Rabianın reyi Iraklıların reyinden farklı olup, muhtelif naslar esas alınarak halkın problemlerinin çözülmesi demek olan mesalih-i mürsele esasına dayanmaktaydı.

d) Çok mevsuk gördüğü ravilerden aldığı hadisler. O, hadis ilminin dinin kendisi olduğunu kabul eder ve hadis talep edenlere, hadisleri kimlerden aldıklarına dikkat etmelerini tenbihlerdi.

Malikî fıkhı; İmam Malik'in Mescid-i Nebi'de ders vermeye başlamasından sonra, derslerine devam eden öğrencilerinin onun fıkıh usulüne göre şekillenmesiyle yavaş yavaş oluşma aşamasına girdi.

İmam Malik, kendi usulüne dair bir eser yazmadığı gibi, bu konuda açık bir şeyde söylemiş değildir. Zaten, diğer imamlarda olduğu gibi o da herhangi bir ekol oluşturma endişesiyle hareket etmiş değildi. Öğrendiği ilimleri, çevresinde toplanan öğrencilerine aktarırken ve problemlerin çözümü için fetva soranlara fetva verirken, dinin kendisine yüklemiş olduğu sorumluluğu yerine getirme endişesinden başka bir duygu ile hareket etmiş değildir. Onun talebeleri memleketlerine döndüklerinde, halkın meselelerini İmam Malik'in fetvalarına göre çözüyorlardı. Onun fetvalarının yetersiz olduğu konularda ortaya çıkan yeni meseleleri onun usulüne uygun olarak, hallediyorlardı. İşte onun talebeleri, mezheplerinde ihtiyaç duydukları usulü, Malik'in ana hatlarıyla işaret ettiği doğrultularda ortaya koymuşlardır. İmam'ın Muvatta'da takip ettiği yöntem, onun fıkıhtaki usulünun temel prensiplerini açıklar niteliktedir. O fıkhî bir mesele ile alâkalı olarak önce hadisi alır, peşinden Medineliler'in o konudaki uygulamalarına değinir, arkasından da Tabi'in ve diğer ulemanın görüşlerini zikreder.

Anlaşılacağı gibi, diğer fakihlerden ayrı olarak, onun fıkıh anlayışında Medineliler'in amelinin özel bir yeri vardır. Ona göre Medinelilerin amelî, sünnetin amelî olarak rivayet edilmesidir. Zira onlar, hayatlarını, aralarında yaşamış olan Hz. Peygamber (s.a.s)'in gösterdiği doğrultuda şekillendirmişlerdir.

İmam Malik'in fıkıh usulü ve hukuk ekolünde reye az başvurulmuş olmasına rağmen, diğer mezheplerde rey için delil durumunda olan Kıyas, İstihsan, Mesalih-i mürsele vb. Fer'i deliller çokça kullanılmıştır.

Malikî mezhebinin dayandığı deliller şunlardır:

1- Kitap: Bütün mezheplerde olduğu gibi, uyulması icab eden ana kaynak, dinin her şeyini içine alan Kur'an-ı Kerim'dir. Sünnet ise, Kitabın tefsiri mahiyetinde olup, onu açıklamaktadır. Bundan dolayıdır ki İmam Malik Kur'an tefsirinin sünnetle olduğunu kabul eder, İsrailiyyat türü haberlerin ona sokulmasına şiddetle karşı çıkardı.

O, Cumhur'un icma ettiği gibi, Kur'an-ı Kerim'in lâfız ve manadan ibaret olduğu inancındadır. İmam Malik, her şeyde olduğu gibi, bu konuda da hiç bir zaman tartışmaya girmemiştir (Muhammed Ebu Zehra, İmam Malik, Ankara 1984, 200).

2- Sünnet: İmam Malik, fıkıhta imam olduğu gibi hadiste de imamdır. Onun hadisi fıkha nasıl hâkim kıldığı Muvattada açıkça görülmektedir.

Bütün imamlar, meseleleri çözümlerken hadisi ikinci sırada delil almakla beraber, ondan hüküm çıkarmada kullandıkları usuller birbirinden farklı olmuştur.

İmam Malik, Ebu Hanife gibi Kur'an'ın zahirini Sünnetten önde tutar. Ancak Sünnet, ayrıca başka delillerle takviye edilirse o zaman Kur'an'ın bu umumunu tahsis, mutlakını da takyid eder. Bir kadını halası veya teyzesi ile birlikte nikahlamanın yasak oluşu böyledir. Kur'an'da nikahı yasak olanlar arasında zikredilmediği halde, Sünnette bunun yasaklığı üzerinde icma' vardır. Dolayısıyla İcma, Sünneti desteklediği için, ayetin umumunu tahsis etmektedir.

Malik'e göre Sünnet; icma', Medineliler'in amelî veya kıyasla desteklenmediği takdirde, zahiri üzere olduğu gibi kalır.

Meselâ: "Sizden birinizin kabını köpek yalarsa, onu, birinde toprakla olmak üzere, yedi defa yıkasın" hadisi: Av için yetiştirdiğiniz köpeklerin avladıkları yenir" ayetine aykırı olduğu için, köpeklerin necis olmadığına hükmetmiş ve haberi vahidi terketmiştir. Mütevatir sünnet ise mutlak hüküm ifade etmektedir.

Ayrıca, ravileri mevsuk ve güvenilir mürsel hadisleri de delil olarak kullanmış, onlara göre fetvalar vermiştir. Tek şahid ve yemin ile birlikte hüküm verme hadisini Muvatta'da mürsel olarak vermekte ve onu delil olarak almaktadır (Muvatta, III, 180). Onun Muvatta'ında üç yüze yakın mürsel hadis bulunmaktadır. Böylece o çağının seçkin fakihlerinden Hasan el-Basrî, Süfyan b. Uyeyne ve Ebu Hanife'nin yürüdüğü yoldan yürümektedir. İmam Malik'in hadis fıkhını takib ettiği ve re'yi kullanmadığı iddiaları doğru değildir. Hatta ibn Kuteybe onu, rey fakihi olarak kabul etmektedir (Ebu Zehra, a.g.e., 291). O, bazan rey ve kıyasla hüküm vererek, haber-i vâhid'i terkederdi. Ancak onun haber-i vâhidi veya reyi tercih ederken belirli sağlam temel kıstaslardan hareket etmekte olduğu görülmektedir (bk. M. Ebu Zehra, a.g.e., 291-300).

3- Sahabe kavilleri: İmam Malik, hadisin yanında sahabe sözlerine ve fetvalarına da çok önem vermekteydi. O, bunları sünnetin bir parçası sayar. Onun görüşüne göre sünnet, Ashabın kabul ettikleri şeylerdir. Bundan dolayıdır ki o, Abdullah ibn Ömer'in fetvalarını öğrenebilmek için Nafi'in peşini hiç bir zaman bırakmamıştır.

Muvatta'daki sahabe görüş ve fetvalarının çokluğu, onun delil olarak buna verdiği önemi gösterir. Sahabe fetvalarını Sünnetten sayması ve onlarla sürekli ihticac etmesi, onun sünnet imamı sayılmasına sebep olmuştur. Ashabın görüşlerini delil kabul etme ve onların yolundan ayrılmama hususunda diğer mezheb imamları da aynı titizliği göstermiş olmakla beraber, Malik onlara, fıkhında diğerlerinden daha çok istinat etmiştir.

Sahabe fetvasını alırken de bir usule göre hareket etmekteydi; Sahabe fetvası sünnet hükmünde olmakla birlikte, eğer ictihada dayanıyor ve o konudaki merfu bir hadisle çelişiyorsa, merfu hadis tercih edilmektedir.

İmam Malik, Ebu Hanife ve Şafiînin aksine tabiinden itimad ettiklerinin görüş ve fetvalarına çok önem verirdi. Bunun sebebi, onların fıkıhtaki mevkilerini, meseleler hakkında görüş bildirirken ve fetva verirken Kur'an ve sünnet'e uygun hareket ettiklerini bilmesidir. Ömer b. Abdülaziz, Sa'id b. Müseyyeb, Zuhrî ve Nafi'ye çok değer verirdi.

4- İcma: Malikî mezhebi, diğerlerine nazaran icma'ı daha çok kullanmıştır. Ancak onun icma olarak kabul ettiği, sadece Medine ulemasının icma'ıdır. Muvatta'da icma konusunda kullandığı ifadelerden bu anlaşılmaktadır. İmam Malik, Medine dışındakilerin fıkıh konusunda Medinelilere tabi olduğu görüşündedir. Zaten İmam Şafiî'de; "Medineliler aralarında ihtilâfa düşmedikçe diğer memleketler halkı Medine ehline muhalif olmaz" sözü ile bunu desteklemektedir.

5- Medineliler'in amelî: İmam Malik'in fıkhında Medineliler'in amelinin özel bir yeri vardır. Zira o, Medineliler'in yaşayış tarzını Sünnetin, bir tür pratik rivayeti kabul eder. Aslında o, bu konuda hocası Rabî'a'yı takip etmektedir. Malik'in de kullandığı;

"Bin kişinin bin kişiden rivayeti, bir kişinin bir kişiden olan rivayetine, uyulmak bakımından daha hayırlıdır" sözü, Rabî'a'ya aittir (M. Ebu Zehra a.g.e., 325). Bundan dolayı İmam Malik, Medineliler'in amelini fetvalarına dayanarak yapar, haber-i vahid, Medineliler'in ameliyle çelişirse, Medineliler'in amelini tercih ederdi.

Medine ehlinin amelî üç kısımda değerlendirilir:

a) Bir konuda icma etmeleri ve o konuda başkalarının onlara muhalefet etmemiş olması.

b) Medineliler'in icma ettikleri bir meselede, başkalarının onlara muhalefet etmesi.

c) Bir meselede bizzat Medineliler'in ihtilâfa düşmesi.

Birinci çeşide giren meselelerde bütün mezhepler aynı görüştedirler. Malikîler ikinci ve üçüncü türe giren konularda diğerlerinden ayrılmaktadırlar.

6- Kıyas: Bütün fakihlerin istisnalar hariç, ortaklaşa kullandıkları, fıkhın temel dayanaklarından biri Kıyastır. Ashab'da Kıyası fıkhın kaynaklarından kabul etmişlerdir (bk. Kıyas mad).

İmam Malik, Kur'an'da bildirilen ve hadislerde ortaya konmuş olan hükümlere kıyas yapardı. Bu, Muvatta'da açık bir şekilde müşahade edilebilir. O, her babın başında o konuda hüküm bildirdiğini kabul ettiği hadisleri verir, peşinden de fer'î meseleleri sıralayarak; kıyas yoluyla benzer olayları birbirine ilhak eder. İmam Malik, Medine ehlinin icmaını Sünnetten saydığı için, bunu da kıyasında temel almıştır. Sahabe fetvaları kendi usulü çerçevesinde hüküm niteliği taşıyorsa, bunlara da kıyas yapardı. Onun kıyas kaynakları şöylece sıralanabilir: Kitap, Sünnet, Medine ehlinin icmaı ve sahabe fetvaları.

Malikîler, Mesalih-i mürsele'yi müstakil bir dayanak almış olmaları yanında, kıyasta da her zaman maslahatı gözetmişlerdir.

7- İstihsan: İstihsan, İslâm hukukunun aslî delillerinden biri olmayıp, fıkıh usulünde fer'î bir delil olarak kullanılır. Meseleleri, ortaya çıkan zaruretleri, toplumun menfaatına bertaraf etmede fakihin genel prensipleri terkedip, özel bir delile dayanarak hüküm vermesi İstihsan olarak adlandırılır. İmam Malik'in Muvatta'da rivayet ettiğini bir hadisi şerifte şöyle buyurulmaktadır: "Zarar verme ve zararla karşılıkta bulunma yoktur" (Muvatta, II, 122).

İmam Malik, İmam Şafiî'nin itirazlarına rağmen (Ebu Zehra, a.g.e., 349) İstihsanı zarurî görmektedir. O, istihsanı alırken şerîatın özünden hareket etmektedir. İnsanları zararlı olan şeylerden korumak ve onların maslahatına uygun olanı almak, dinin temelinde yatan bir gerçektir. Bir şeyde zararlardan arınmış olarak kesin iyilik varsa, bunun uygulanması mutlak anlamda arzulanan bir şeydir. Aksi bir durum sözkonusu ise, derhal giderilmesi gerekir.

8- İstishab: Sabit olan bir hükmün, değiştiğine delil bulununcaya kadar, olumlu veya olumsuz haliyle devam etmesini kabul etmektir. İmam Malik, İstishab'ı bir delil olarak almıştır. Zira o, zann-ı galib'e göre mevcut olan durumun, onu değiştiren bir şey olmadıkça bulunduğu şekliyle bâki kalmasının esas olduğunu kabul etmektedir. Eğer böyle olmazsa, hakların kaybolması kaçınılmazdır. Kayıp bir kimsenin durumu hakkında bir bilgi yoksa, bu delile göre o, yaşıyor kabul edilir. Hâkim öldüğüne karar verinceye kadar bu böyle devam eder. Ortadan kaybolup ölümüne hükmedilinceye kadar, onun hakkındaki muameleler hayatta imiş gibi yürütülür.

İstishab, isbat edici bir delil olmayıp koruyucu bir delildir. Yani başkasının aleyhinde olan bir şeyi isbat etmez. Mevcud olan hakları korur. İstishab delili diğer fukaha tarafından da kullanılmıştır.

9- Mesâlih-i Mürsele: İnsanların iyiliği için fayda bulunanı almak zararlı veya zararı faydasından çok olanı terketmektir. Bu prensip İmâm Malik'in en çok kullandığı prensiplerden biridir.

Malikîler'in müstakil bir delil olarak aldıkları Mesâlih-i Mürsele'ye keyfi olduğu ileri sürülerek birtakım itirazlar yapılmıştır. Ancak, bunu ilk ortaya koyan İmam Malik olmamıştır. O, Ashab'da bu konuda görmüş olduğu örneklere istinat etmiş olup diğer üç mezhepte de Mesalih-i Mürsele delil olarak kullanılmıştır. İmam Malik'in en çok kullandığı delillerden biri, Mesalih-i Mürseledir. O, Hakkında müsbet veya menfi bir nas bulunmayan hususlarda maslahata uygun olanı almayı şeriat'ın rükünlerinden biri saymıştır. Din, her şeyiyle insanların yararına olanı ihtiva ettiğine göre, maslahatın dışına çıkan hiç bir şeyin şeriat'le ilgisi sözkonusu olamaz (İbn Kayyım el-Cevziyye, İ'lamu'l Muvakkıın, Mısır t.y., III, 1).

İmam Malik, Maslahatı delil olarak alırken şu noktalara dikkat etmiştir:

Maslahat olarak gözettiği şey ile şeriatın maksadları arasında bir uygunluk olmalı ve dinin ortaya koyduğu prensiplerden birisiyle asla çelişmemelidir. Çözüm makul olup, akıl sahiplerince yanlış bulunmamalı.

10- Sedd-i Zerîa: Sebebi yok etmek, vasıtayı ortadan kaldırmak anlamında bir terkiptir. Harama sebeb olan şey haramdır; helâle vesile olan şey de helâldir. Sedd-i Zeriâ'da esas, fiilin doğuracağı neticenin gözetilmesidir. Eğer fiilden bir fayda elde edilecekse, o sağlanan fayda nisbetinde mübahtır. Fakat fiil, bir zarar ve kötülüğün ortaya çıkmasına sebep olacaksa, kötülüğün ölçüsünce haram olur. Yani ameller, sonuçları göz önüne alınarak ya serbest bırakılır ya da yasaklanır. Bu prensibin temelleri Kur'an-ı Kerim'de açıkca müşahade edilmektedir. Bir müslüman, kâfirlerin tapındıkları şeylere küfretse, bunun neticesinde sevap bile umabilir. Ancak bu, müşriklerin de kızarak Allah Teâlâ'ya küfretmelerine sebeb olabileceği için yasaklanmıştır: Allah'tan başkasına dua edenlere sövmeyin, onlar da bilmeyerek düşmanlık göstererek Allah'a söverler" (el-En'am, 6/108). İşte bu, Sedd-i Zerîa'dır. Bunun Sünnette de örnekleri bulunmaktadır. Faize götürmeye sebeb olacağından alacaklıların borçludan hediye alması yasaklanmıştır. Yine Ashabın ilk fakihleri, ölüm döşeğindeki kimsenin boşadığı kadını mirasa dahil ettiler. Bunun sebebi, hastanın karısını mirastan mahrum bırakmak için bu yola başvurmuş olabileceğidir. Boşama böyle bir haksızlığa vesile yapılmasın diye böyle hareket etmişlerdir.

11- Örf ve Âdet: Bir toplumda yerleşmiş olan hareket ve yaşam tarzı örf olarak adlandırılır. Toplumun ve fertlerin aynı şekilde tekrarlanan amellerine de âdet denilmektedir. Örf ve âdet ayrı kavramlar olmakla birlikte genellikle aynı anlamda, müteradif olarak kullanılırlar.

Hanefiler'de olduğu gibi, Malikîler'de de örfün usulde saygın bir yeri vardır. Malikî mezhebinin eksenini oluşturan kaide, maslahatlardır. Örfe göre amel etmek, maslahatın türlerinden birisi olduğu için İmam Malik bunu ihmal etmemiştir.

Malikîler örfe muhalif kıyası terkederler. Onlara göre örf, ammı tahsis, mutlak'ı takyid eder.

Örf ve âdetin delil olarak alınması fakihler arasında tartışmalı bir konudur. Bir nass'ın herhangi bir şekilde işaret ettiği örf, bütün fakihler tarafından mesned kabul edilmiştir. Aynı şekilde nass'ın yasaklayıp haram kıldığı örf de, icma'en muteber değildir. Onu, naslar doğrultusunda değiştirmek icap eder. Bir de nass'da bildirilmeyen ve dolaylı da olsa işaret edilmeyen örf vardır ki, Hanefîler'le Malikler bunu fıkıhta müstakil bir asıl kabul ederler. Şafiîler ise bunu tartışmışlardır.

Örfler değiştikçe kelimeler ve kavramlara yüklenen anlamlarda değişir. Bu sebepten, değişik bölge veya zamanlarda yaşayan toplumlarda, aynı kelimelerin ifade ettikleri anlamlar birbirinden farklılıklar gösterebilmektedir. Dolayısıyla bu kelime ve kavramların manalarını anlayıp ona göre hüküm verilebilmesinde örfün önemi kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Hükümler, örflerin değişmesiyle değişen anlamlara ve kelimelerin değişik sanat dallarında değişik istilahî kullanımlarına göre verildiğinde, gerçekler üzerine bina edilmiş sayılırlar.

İmam Malik, toplumun iyiliği ve selâmetini muhafaza etmek için şeriat'a ters bir tarafı bulunmayan geleneklere karşı çıkmamayı bir görev saymıştır. İnsanlardan bu gelenekleri gereksiz yere değiştirmelerini istemek, o toplumda birliği bozar, örf ve âdetlere göre yorumlanan kavramlar birbirine karışır, akitlerin yürütülmesi imkânsız hale gelir. Ancak örf ve âdet İslâm'ın ruhuyla çelişiyorsa; dinin insanlara değil, onların dine uymaları asıl olduğu için, örf, mutlak anlamda toplum hayatından silinip atılır.

Maliki Mezhebinin Gelişmesi: İmam Malik'in derslerinde ve fetva vermede takip ettiği yol, Maliki Mezhebinin ihtiyaçlar üzerine bina edilmesini sağlamıştı. O, meseleleri tartışmaz, öğrencileriyle de kesinlikle münakaşa etmezdi. Dinin hiç bir konusunda tartışmaya girmemek onun değişmez temel vasfı olmuştur. İmam Malik, olayları tartışma kapısını açmamakla, onlar üzerinde değişik yorum ve içtihadların doğmasını engellemiş ve bu ekolün furu'unun Hanefî mezhebine nazaran çok yavaş gelişmesine sebeb olmuştu. Onun sağlığında hiç bir talebesi ona muhalefet etmemiştir. Genellikle Kuzey Afrika ve Endülüslü olan öğrencileri, ondan öğrendikleri ilimle ülkelerine döner ve öğrendiklerini tartışmadan diğer insanlara öğretir ve fetva verirlerdi. Ancak Malikî fıkhının usulü ve dayandıkları delillerin çeşitliliği, İmam Malik'ten sonra bu ekolün furu'unun hızlı bir şekilde gelişmesini sağlamıştır.

Muvatta, bizzat İmam Malik tarafından yazılmış olmakla birlikte, ondaki fıkhî meseleler çok değildir. Onun fıkhı, derslerine devam eden çok sayıda öğrencisinin aldıkları notların kitaplaşmasıyla tedvin edilmiştir. Talebelerinin yazdığı bu notlardan Malikî mezhebinin temel kaynak kitapları olan Müdevvene, Utbiye, Vadiha ve Mevvaziye ortaya çıkmıştır. Malikî fıkhının, daha sonraki asırlarda ortaya çıkan ve Malikîler'ce gördükleri itibardan dolayı sık sık yeni baskıları yapılan iki kitap daha vardır ki, bunlardan biri el-Müdevvene'yi özetleyip el kitabı haline getiren, Abdullah b. Ebi Zeyd el-Kayravani'nin (öl. 386?) er-Risale'si, diğeri de, Halil b. İshak (öl. 767)'nin el-Muhtasar'ıdır.

Ancak el-Müdevvene, Malikî fıkhının en muteber temel kaynağı kabul edilmektedir. Zira doğru ve mevsûk olarak rivayet edilmiştir. El-Müdevvene'de, Malikten rivayet olunan fetva ve kaviller, takipçilerinin onun usûlüne göre yaptıkları içtihadlar, diğer bazı talebelerinin görüşleri ve fıkha dair hadisler ve Ashab dahil sonraki âlimlerin görüşleri bir araya getirilmiştir.

Malikî Mezhebinin Mısır'a oradan da Kuzey Afrika yoluyla, Endülüs'e kadar uzanmasını ve buralara yerleşip hakim mezhep konumuna gelmesini sağlayan, mezhebin şöhret bulmuş ve bizzat İmam Malik tarafından yetiştirilmiş ilk seçkin âlimlerinin bir grubu Mısır'dan ve bir grubu da Kuzey Afrika ve Endülüs'tendir.

İmam Malik'in Mısırlı yedi öğrencisi:

1- Ebû Abdillâh, Abdurrahman b. el-Kâsım (Ö.191/807). İmam Malik'ten yirmi yıl süreyle fıkıh tahsil etmiş ve mutlak müctehidlik derecesine ulaşmıştır. Mısır fakihi Leys b. Sa'd'den de fıkıh ilmi almıştır. el-Müdevvene'yi gözden geçirip tashih eden odur. Malikîler'in en değerli fıkıh eserlerinden olan el-Müdevvene, Sahnûn (Ö. 240/854) tarafından fıkıh ile ilgili yazılan eserlerin tertip ve tasnif metoduna göre düzenlenmiştir.

2- Ebû Muhammed, Abdullah b. Vehb b. Müslim (Ö.197/812). İmam Malik'in yanında yirmi yıl kaldı. Malikî fıkhını Mısır'da yaydı. Bu mezhebin tedvininde büyük etkisi oldu. İmam Malik O'na; "Mısır fakihine; Ebû Muhammed el-Müfti'ye!" diye hitap ederek mektup yazardı. Leys b. Sa'd'dan fıkıh öğrendi. Güvenilir (sika) bir muhaddis idi. "Divanü'l-ilm" diye adlandırılırdı.

3- Eşheb b. Abdilaziz el-Kaysî (Ö. 204/819). İmam Malik ve Leys b. Sa'd'dan fıkıh öğrendi. Abdurrahman b. el-Kasım'dan sonra Mısır'da fıkıh riyaseti ona geçmiştir. Malikî fıkhını rivayet ettiği Müdevvenetü Eşheb" adı verilen bir kitabı vardır. Bu, Sahnûn'un kitabından ayrıdır. İmam Şafiînin; "Mısır, Eşheb gibisini yetiştirmemiştir" dediği nakledilir.

4- Ebû Muhammed, Abdullah b. Abdilhakem (Ö. 214/829). Eşheb'ten sonra Malikîlerin riyaseti ona geçmiştir.

5- Asbağ b. Ferec (Ö. 225/840). İbn Kasım, İbn Vehb ve Eşhebten fıkıh öğrendi, Malik'in mezheb ve görüşlerini en iyi bilenlerdendi.

6- Muhammed b. Abdillah b. Abdilhakem (Ö. 268/881). Fıkıh ilmini babasından, çağdaşı Malikî fakihlerinden ve İmam Şafiî'den aldı. Mısır'da fıkıh konularında başvurulan sembol kişi haline geldi. Hatta Mağrib ve Endülüs'ten öğrencilerin ilim almak için koştukları bir kişi idi.

7- Muhammed b. İbrahim el-İskenderî b. Ziyad (Ö. 269/882). İbn Mevâz olarak bilinir "el-Mevvâziye" diye ünlü bir kitabı vardır. Malikî fıkhına ait en değerli, meseleleri en sağlam ve en basit biçimde kapsayan geniş bir kitaptır.

İmam Malik'in Mağribli ünlü yedi öğrencisi:

1- Ebû Hasan Ali b. Ziyad et-Tunûsî (Ö.183/799). Fıkhı İmam Malik ve Leys b. Sa'd'dan aldı. Afrika'nın fakîhi idi.

2- Ebu Abdillah Ziyad b. Abdurrahman el-Kurtubî (Ö. 193/809). "Şabtun" lakabıyla bilinir. Muvatta'ı, Malik'ten dinlemiş ve onu Endülüs'e ilk sokan kişi olmuştur.

3- İsa b. Dinar el-Kurtubî el-Endelûsî (Ö. 212/827). Endülüs fakihlerindendir.

4- Esed b. el-Fürât b. Sinan et-Tunûsî (Ö. 213/828). Nisaburlu olan bu zat, İmam Malik'ten Muvattaa okudu. Daha sonra Malikî mezhebinden olduğu halde Irak'a gittikten sonra Hanefî mezhebine girmiştir. Hanefî fıkhını Ebû Yusuf ile İmam Muhammed'den almıştır.

5- Sahnûn b. Abdisselâm b. Saîd (Ö. 240/854). Önce Tunus'un Kayravan şehrinde tahsiline başladı. Daha sonra Medine ve Mısır'a giderek ilmini ilerletti. Afrika'nın kuzeyi ile Endülüs'te Malikî mezhebinin yayılmasında büyük hizmetleri olmuştur. Keskin buluşları olması sebebiyle kendisine "Sahnûn" lakabı verilmiştir. Malikî fıkhının temel kitaplarından olan "el-Müdevvene"nin hazırlanmasında bu zatın büyük emeği geçmiştir.

6- Yahya b. Yahya b. Kesir el-Leysî (ö. 234/848). Kurtuba'lı olup, Malikî mezhebini Endülüs'te okutmuş ve tanıtmıştır.

7- Abdülmelik b. Habib b. Süleyman es-Selemî (Ö. 238/852). Yahyâ b. Yahyâ'dan sonra Malikî fıkhının riaseti ona geçmiştir.

Malikî Mezhebinin yayıldığı yerler: Malikî Mezhebi, başlangıçta Hicaz'da yaygındı. Ancak sonraları çeşitli sebeblerden dolayı bu bölgedeki müntesipleri azalmıştır.

İmam Malik'in görüşleri, henüz hayatta iken, yukarıda kendilerinden bahsedilen öğrencileri tarafından Mısır'a taşınmıştı. Mısırlı öğrencilerin memleketlerine döndüklerinde, Malikî fıkhına göre yetiştirdikleri öğrencileri vasıtasıyla mezheb, Mısır'da yayılarak yerleşmeye başladı. Ancak daha sonra, Şafiî mezhebi buradaki üstünlüğü ele geçirmişti. Bundan sonra, Mısır'da her iki mezheble de amel edilmeye devam edilmiş, yargı işlerinde Hanefî Mezhebi de müracaat edilen bir merci olarak varlığını göstermişti. Ancak daha sonra Fatımîler Mısır'a hâkim oldukları zaman, kaza ve fetva işlerinde Şia ön plana çıkmıştı. Fatımîler, Câmi'u'l-Ezher'i kurarak burayı, Şia Mezhebinin ilmî merkezi haline getirmişler ve Ehl-i Sünnet mezhepleri silinmeye çalışılmıştır.

Selahaddin Eyyubî tarafından Fatımî hâkimiyetine son verilince, Ehl-i Sünnet ihya edilmiş, Şafiî meıhebi tekrar birinci seviyeye çıkmıştı. Bununla birlikte, Malikî fıkhının okutulduğu medreseler sayesinde Malikîlik de güç kazannııştır. Memlûklular devrinde kaza işlerinde dört mezheb esas alınmıştır. Mısır baş kadısı Şafiîlerden, ikinci kadı da Malikîler'den atanırdı.1920'lerde Mısır'da şahıslar hukuku Malikî mezhebi esas alınarak yeniden gözden geçirilmiştir.

Bu mezhebin hakim olduğu diğeı bir bölge de Mağrib ülkesidir. İmam Malik'in öğrencileri tarafından buraya getirilen Malikî fıkhı, âlimlere danışmadan karar almayan, ciddi ve fukuhaya saygılı yöneticilerin uygulamalarıyla halk arasında yaygınlık kazanmıştır.

Malikî Mezhebi, Endülüs'te de en çok müntesibi bulunan mezhebdir. Endülüs'te önceleri Evzâi mezhebi üstündü. Fakat, Hicrî 200'lerden sonra Malikî mezhebi, bu bölgeye hâkim olmaya başladı. Mlikîliği Endülüs'e ilk getiren kimse, İmam Malik'in seçkin öğrencilerinden biri olan, Ziyad b. Abdurrahman olmuştur. Endülüs Emevi devletinin Abbasilerle olan kötü ilişkileri onların Malikî mezhebini devletlerine hâkim kılmasına sebeb olmuştur.

Malikî mezhebi, Sicilya, Fas, Sudan'da yayılmış; Bağdat, Basra hatta Nişabur'a kadar uzanmıştır.

Malikî mezhebinin Mısır, Kuzey Afrika ve Endülüs'te yayılıp da, diğer bölgelerde etkinlik gösterememesinin sebebi olarak; Endülüs'ten Medine'ye kadar olan bölgede, Medine'nin kuzey ve doğu tarafındaki memleketlerde olduğu gibi, ilmî merkezler ve etrafında ders halkalarının oluştuğu müctehid imamların olmayışı, ayrıca Batı'dan gelen öğrencilerin fıkhî ekolleşmelerin geliştiği doğu taraflarına yönelmelerinin zorluğu gösterilmektedir. İmam Malik'e gelen talebeler onun gibi bir üstada kavuştuktan sonra ilmin kaynağı Medine'nin dışına çıkıp doğuya yönelmeye, ihtiyaç da duymuyorlardı. Kuzey ve doğuya doğru Malikîliğin az gelişmesinin sebebinin yolları üzerinde bulunan Şam ve Irak bölgesinde ilmî hareketliliğin had safhaya ulaşmış bulunması sebebiyle buralara ilim tahsili için uğrayan öğrencilerin burada bulduklar ile ilmî doygunluğa ulaşmaları olduğu şeklinde değerlendirmeler yapılmıştır (bk. Ebu Zehra, a.g.e., 407 vd).


--------------------------------------------------------------
İMAM-I MALİKİ

Ehl-i sünnetin dört mezhebinden biri olan Mâlikî mezhebinin imâmı. Adı Mâlik bin Enes, künyesi Ebû Abdullah’tır. 711 veya 713 (H. 93 veya 95) yılında Medîne’de doğdu. 795 (H. 179) de Medîne’de vefât etti.

İmâm-ı Mâlik, ilim ve hadis rivâyetiyle meşgul olan bir âilede ve çevrede yetişmiştir. Dedesi Mâlik, babası Enes ve amcası Süheyl, hadîs rivâyeti yapmışlardır. Dedelerinden biri Medîne’ye yerleşmiş, Eshâb-ı kirâmdan Ebû Amr’dır. Yaşadığı muhit, Peygamberimizin yaşamış olduğu veİslâmın hükümlerinin vaz edildiği, Ebû Bekr, Ömer ve Osman (radıyallahü anhüm) zamanlarında İslâmın merkezi olan ve çok ilim ehlinin bulunduğu Medîne idi. Önce Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Kendisinin isteği ve âilesinin yardım ve teşvikiyle ilim öğrenmeye başladı. Bu hususta kendisine en çok annesi ilgi göstermiştir. Annesine, ilim tahsiline gitmek istediğini söyleyince, ona en güzel elbiselerini giydirerek sarığını sarıp; “Şimdi git oku, yaz!” demiştir. Ayrıca oğluna “Râbiât-ur-Rey’e git onun ilim edebini öğren.” demiştir. Bu teşvik üzerine Râbiât-ur-Rey’in derslerine devam edip, genç yaşta re’ye dayanan fıkıh ilmini öğrendi. Diğer âlimlerin de derslerine devam etmiş, bilhassa yanından hiç ayrılmadığı hocası Abdurrahman bin Hürmüz’den çok istifâde etti. Genç bir talebe olan Mâlik, hocasına karşı büyük bir hayranlık, muhabbet duyar ve üstün bir edep gösterirdi. O, hocası hakkında şöyle der: “Abdurrahmân ibni Hürmüz’ün derslerine on üç sene devam ettim. Ondan öyle ilimler öğrendim ki, bunların bir kısmını hiç kimseye söylemiyorum. O bid’at sâhiplerini red bakımından ve insanların ihtilaf ettikleri şeyler hususunda onların en bilgilisiydi.”

İmâm-ı Mâlik, muhitindeki bütün âlimlerden faydalanmış ve ilim uğrunda büyük bir fedakarlık göstermiştir. Bu hususta her türlü zorluğa katlanmış ve herşeyini harcamış, hatta tahsil uğruna evini dahi satmıştır. Kendisi şöyle demiştir: “Öğle vakti hazret-i Ömer’in oğlu Abdullah’ın âzâtlısı olan Nâfi’ye giderdim ve kapısında beklerdim. Nâfi, hazret-i Ömer’den nakledilen ilimleri ve onun oğlu Abdullah’ın ilmini biliyordu. Güneşten ve şiddetli sıcaktan korunmak için hiçbir gölge bulamazdım. Nâfi, dışarı çıkınca edeple selâm verirdim ve onu kırmadan arkasından içeri girip, Abdullah bin Ömer şu meselelerde ne buyurmuştur? diye sorardım. O da bu suallerimi cevaplandırırdı.”

İmâm-ı Mâlik, Nâfi vâsıtasıyla hazret-i Ömer’in ve oğlu Abdullah’ın ilimlerini öğrendi. Ayrıca İbn-i Şihâb ez-Zührî’den veSaîd bin el-Müseyyib gibi zâtlardan ilim öğrenmiştir. Bu hocalarından da ders almak için üstün bir gayret ve dep gösterirdi. İmâm-ı Mâlik şöyle anlatmıştır:

Bir bayram günüydü. Bayram namazını kıldıktan sonra, bugün İbn-i Şihâb’ın boş vakti olur diyerek evine gidip kapısının önüne oturdum. Hizmetçisine kapıda kim var, bak, dediğini duydum, o da kumral yüzlü talebeniz var, deyince, onu derhal içeri al, demesi üzerine beni içeri aldılar. Biraz bekledim. İbn-i Şihâb yanıma gelip bana; “Herhalde evine gitmeden buraya geldin, yemek yemedin değil mi?” dedi. Daha ben, hayır, demeden yemek hazırlanmasını emredince, yemeğe ihtiyacım yok, diye mukâbelede bulundum. Bunun üzerine, öyleyse söyle bakalım ne istiyorsun, dedi. Bana hadîs-i şerîf öğretmenizi istiyorum efendim, deyince, yazı yazacak sayfalarını çıkar, dedi. Ben de çıkardım ve bana kırk tâne hadîs-i şerîf rivâyet etti. Biraz daha rivâyet etmesini isteyince, şimdilik bu kadar yeter, bunları ezberleyip nakledersen sen de muhaddis olursun, dedi.

Netice îtibâriyle İmâm-ı Mâlik, ilmini, İbn-i Şihâb-üz-Zührî, Yahyâ bin Saîd, Muhammed ibni Münkedir, Hişâm bin Amr, Zeyd ibni Eslem, Râbia bin Ebî Abdurrahmân ve daha birçok büyük âlimden almıştır. Üç yüzü Tabiînden, altı yüzü de onların talebelerinden olmak üzere dokuz yüz hocadan hadîs-i şerîf aldı. Ayrıca; Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden hazret-i Ömer’in, hazret-i Osman’ın, Abdullah bin Ömer’in, Abdurrahmân bin Avf’ın, Zeyd bin Sâbit’in fetvâlarını ve vahyin gelişine şâhit olan, Peygamberimizi görüp onun hidâyet nurundan aydınlanarak, O’ndan öğrendiklerini nakleden diğer Eshâbın fetvâlarını ve kendisinin yetişemediği Tâbiînin fetvâlarını da öğrenmiştir. Akâide dâir bilgileri ve diğer bütün ilimleri öğrenip, zamanının en büyük âlimlerinden olup, ictihâd derecesine yükselmiştir.

Peygamber efendimiz; “Öyle bir zaman gelir ki, insanlar her tarafı ararlar, Medîne’deki âlimden daha âlim bir kimse bulamazlar.” buyurmuştur. Süfyan ve Abdullah ibni Ömer’in âzâtlısı olan Nâfi ve Zührî, Medîne’deki âlimden maksad İmâm-ı Mâlik’tir demiştir. Bu hadîs-i şerîfte, onun geleceği ve üstünlüğü bildirilmiştir.

İmâm-ı Mâlik tahsilini tamamlayıp ilimde yüksek dereceye ulaştıktan sonra ders vermeye, hadis rivâyet etmeye ve fetvâ vermeye başlamıştır. Bu işe başlamadan önce de zamanında bulunan büyük âlimlerle ve faziletli kimselerle istişâre yapıp, onların da muvâfakatını aldı. Bu hususta kendisi şöyle demiştir: “Her isteyen kimse hadis rivâyet etmek ve fetvâ vermek için mesçide oturamaz. İlim erbabı ve mescidde îtibârı olan kişilerle istişâre etmesi gerekir. Eğer onlar, kendisini bu işe ehil görürlerse o zaman oturup ders ve fetvâ verebilir. Ben, ilim sâhiplerinden yetmiş kişi benim bu işe ehil olduğuma şâhitlik etmedikçe, mesçide oturup ders ve fetvâ vermedim.”

İmâm-ı Mâlik ilk önce Peygamberimizin mescidinde ders vermeye başladı. Hazret-i Ömer’in oturduğu yere oturur ve Abdullah bin Mes’ûd’un oturduğu evde otururdu. Böylece onların yaşadığı yerde ve çevrede bulunurdu. İmâm-ı Mâlik de İmâm-ı A’zâm gibi derslerini mesçitte verirdi. Vâkidî der ki: “İmâm-ı Mâlik mescide gelir, beş vakit namazda ve cenâze namazlarında bulunurdu. Hastaları ziyâret eder, gerekli işlerini görür, sonra mescide gidip otururdu. Bu sırada talebeleri etrafına toplanıp ders alırlardı. Daha sonra rahatsızlığı sebebiyle evinde ders vermeye başladı.”

İmâm-ı Mâlik’in hadis dersleri ve vukû bulmuş meselelerle ilgili dersleri, yâni fetvâ işleri olmak üzere iki türlü ders meclisi vardı. Günlerinin bir kısmını hadîs-i şerîf öğretmeye, bir kısmını da sorulan meselelere fetvâ vermek için ayırırdı. Derslerini evinde vermeye başladıktan sonra evine ders için gelenlere sordururdu, eğer fetvâ için gelmişlerse dışarı çıkıp fetvâ verirdi. Sonra gidip gusleder, yeni elbiselerini giyer, sarığını sarar, güzel kokular sürünürdü. Kendisine bir de kürsü hazırlanırdı. Bundan sonra gayet güzel bir kıyafetle, hoş kokular sürünmüş olarak, huşû içerisinde derse gelenlerin yanına çıkardı. Hadîs-i şerîf dersi bitinceye kadar öd ağacı yakılır, güzel bir koku yayılırdı. Hac mevsimi hâriç diğer zamanda Medînelilerden isteyen herkes onun dersine gelirdi. Dersleri tamamen evinde vermeye başlayınca hac mevsiminde dersini dinlemek isteyenleri evi almazdı. Bunun için önce Medînelileri kabul eder, bunlara hadis rivâyeti ve fetvâ verme işi bitince, sonra sırasıyla diğerlerini içeri alırdı. El-Hasan bin Rabî’ der ki: “İmâm-ı Mâlik’in kapısındaydım. Onun çağırıcısı önceHicazlılar içeri girsinler, diye çağırdı. Onlar çıkınca Şamlılar girsin, diye çağırdı. Daha sonra Iraklılar girsin, diye çağırdı. Yanına giren en son ben oldum. Ebû Hanîfe’nin oğlu Hammâd da aramızda idi.”

İmâm-ı Mâlik derslerinde vakar ve ciddiyet sâhibi olup, lüzûmsuz sözlerden tamâmen uzak kalırdı. Bu hususu, ilim tahsil edenler için de şart koşardı. Bir talebesi şöyle dediğini nakleder: “İlim tahsil edenlere vakarlı ciddî olmak ve geçmişlerin yolundan gitmek gerekir. İlim sâhiplerinin bilhassa ilmî müzakereler sırasında kendilerini mizahtan uzak tutmaları gerekir. Gülmemek ve sâdece tebessüm etmek, âlimin uyması gereken âdabdandır.”

Yine bir talebesi şöyle der: “İmâm-ı Mâlik, bizimle oturduğu zaman sanki bizden biri gibi davranırdı. Konuşmalarımıza çok sâde bir şekilde katılırdı. Hadîs-i şerîf okumaya ve anlatmaya başlayınca onun sözleri bize heybet verirdi, sanki o, bizi biz de onu tanımıyorduk.”

İmâm-ı Mâlik elli sene müddetle ders ve fetvâ vermek suretiyle, insanların müşkillerini çözmüş ve kıymetli talebeler yetiştirmiştir. Onun talebelerinin her biri memleketlerinin mürâcaat edilen âlimleri ve rehberi olmuşlardır.

İmâm-ı Şâfiî’nin İmâm-ı Mâlik’in talebesinden olması, bu büyük imâmın şeref ve üstünlüğüne kâfidir. Kendisinden birçok kimseler ilim öğrenip, içlerinden büyük kimseler çıkmıştır. İmâm-ı Şafiî, Muhammed bin İbrâhim bin Dînâr, Ebû Hâşim ve Abdülazîz bin Ebû Hâzım, Osman ibni Hakem, Abdurrahmân ibni Hâlid, Mâin bin Îsâ, Yahyâ bin Yahyâ, Abdullah bin Vehb gibi talebeleridir ki, bunlardan bir kısmı da, Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî, Ahmed ibni Hanbel, Yahyâ ibni Maîn ve diğer hadis âlimlerinin üstatlarıdır. Celâleddîn Süyûtî, İmâm-ı Mâlik’ten hadis rivâyet eden 993 zâtın isimlerini elif-ba sırasıyla Kitâbü Tezyîn-il-Memâlik bi Menâkıb-ıs-Seyyid İmâm Mâlik adlı kitabında yazmıştır.

İmâm-ı Mâlik, herhangi bir dînî meselenin hükmünü tâyin için, Kur’ân-ı kerîm’e, hadîs-i şerîflere, ümmetin icmâına ve lüzûm olduğunda kıyâsa mürâcaat ederdi. Ayrıca Medîne ehlinin ittifaklarını da, icmâdan başka, müstakil bir delil kabûl ederdi.

İmâm-ı Mâlik’in bu usûllere göre ictihâd ederek çıkardığı hükümlere, Rivâyet Yolu veya Hicaz Âlimlerinin Yolu denir ki, bu yolun imâmı, İmâm-ı Mâlik’tir. O, ictihâdlarıyla Müslümanların işlerinde, amellerinde uyacakları bir yol gösterdi; bu yola Mâlikî mezhebi ve Ehl-i sünnet îtikâdında olan Müslümanlardan, amellerini, yâni ibâdet ve işlerini bu mezhebin hükümlerine uyarak yapanlara Mâlikî denir.

Onun mezhebi daha çok Afrika’nın kuzeyinde yayılmıştır. Eskiden Hicaz, Basra, Mısır ve Endülüs’te; Sicilya, Fas ve Sudan’da da yaygındı. (Bkz. Mâlikî Mezhebi)

Mâlikî mezhebinde en meşhûr fıkıh kitabıEt-Tefrî’ fî’l-Fürû’ ve El-İhkâm-ül-Füsûl kitaplarıdır. Bunlar Arapçadır.

Menkıbelerinden ve sözlerinden bir kısmı şunlardır;

İmâm-ı Şâfiî buyuruyor ki: “Âlimler anıldığı zaman İmâm-ı Mâlik onlar arasında parlak bir yıldız gibidir. Benim üzerimde minneti ve ihsanı ondan çok olanı yoktur.”

Hazret-i İmâm, ilim bakımından ne kadar yüksek ise, ahlâk, zühd, takvâ ve kerem bakımından da öyle yüksekti.

İmâm-ı Mâlik, ilimde ve dinde çok edepliydi. Din bilgisine hürmet ve tazimi şaşılacak derecede fazlaydı. Bir hadîs-i şerîfi rivâyete, anlatmaya başlıyacağı zaman abdest alır, sarığını ve elbisesini giyer, sakalını tarar, temizler, güzel kokular sürünürdü. Hiçbir şeyle meşgul olmadan edeple, oturduğu yerden, heybetli olarak anlatırdı.

Zehebî, Tezkiret-ül-Huffâz kitabında hazret-i İmâm’ı şöyle anlatır: “Uzun bir ömür, yüksek bir mertebe, parlak bir zihin, çok geniş bir ilim, keskin anlayış, sahih rivâyet, diyânet, adâlet, sünnet-i seniyyeye uyma, fıkıhta, fetvâda kâidelerin sıhhatinde önde gelen bir zâttı. Fetvâ vermede aceleciliği sevmez, çok kere “Bilmiyorum!” derdi ve “İlmin kalkanı bilmiyorum demektir.” buyururdu.

Birgün halife Hârûn Reşîd dedi ki: “Yâ İmâm senin kitaplarını çoğaltıp, her yere göndereceğim. Herkesin bunlara uymasını ve senin mezhebinde olmalarını emredeceğim.”

İmâm-ı Mâlik hazretleri: “Yâ halîfe, hadîs-i şerîfte; «Ümmetimin ihtilâfı rahmettir.» buyuruldu. Âlimlerin ihtilâfı Allahü teâlânın rahmetidir. Hepsi hidâyet üzeredir. Müslümanlar bu rahmetten mahrum bırakılamaz.” buyurdu. Bunun üzerine halife bu arzusundan vazgeçti. Hârûn Reşid, İmâm-ı Mâlik hazretlerinden hergün evine gelip, oğlu Emin ile Me’mun’a ders vermesini istedi. İmâm-ı Mâlik hazretleri halîfeye buyurdu ki: “Yâ halîfe, uygun olanı çocuklarınızın bizim eve gelip gitmesidir. Allahü teâlâ, sizi daha aziz etsin! İlmi azîz ederseniz, azîz olur, zelîl ederseniz zelîl olursunuz. İlim bir kimsenin yanına gitmez, o ilmin yanına gelir. Bunun üzerine halîfe, İmâm-ı Mâlik’ten özür diledi ve hergün çocuklarını imâma göndererek ders aldırttı.

Buyurdular ki:

“İnsan kendisi için hayır işlemez, kendisine iyilik yapmazsa, insanlar da ona hayır ve iyilik yapmaz.”

“İlim, çok rivâyet etmek değildir. İlim bir nurdur. Allahü teâlâ bu nûru mümin kullarının kalbine koyar.”

“Mescide giren münâfıklar, kafesteki serçe kuşlarına benzer. Kafesin kapısı açılır açılmaz uçarlar, kaçarlar.”

“Kendisine hayrı olmayan kimsenin başkasına hayrı olmaz.”

“Bir kimse kendini övmeye başlarsa değeri düşer.”

“Eğer elimde imkân olsaydı, Kur’ân-ı kerîmi kısa aklıyla, kendi görüşüne göre tefsir edenin boynunu vururdum.”

“İlim öğrenmek istiyen kimsenin vakarlı ve Allah’tan korkar hâlde olması lâzımdır.

Eserleri:

Muvattâ adındaki hadis kitabı çok kıymetlidir. Muvattâ’yı kırk senede meydana getirmiştir. Başlangıçta içinde dört bin hadîs-i şerîf varken sonuna doğru bine indirmiştir. Çok âlimler bunu şerh etmiştir. Şerhlerinden en meşhuru El-Müdevveret-ül-Kübrâ adlı eseridir. Muvattâ, aynı zamanda ilk hadis kitabıdır. Bu kitapta ayrıca İmâm-ı Mâlik’in ictihâd ettiği fıkhî mevzûlar da bulunmaktadır. Biri, Yahyâ bin Leysî’nin rivâyeti, diğeri de İmâm-ı A’zamın talebesi Muhammed Şeybânî tarafından yapılan iki rivâyeti vardır. Bu eserinden başka Abdullah bin Abdülhakîm Mısrî tarafından rivâyet edilen Kitâb-üs-Sünen adlı fıkha dâir bir eseri, kadere, kazâî hükümlere dâir ve fetvâlarını bildiren Risâle fil-Fetvâ gibi eserleri vardır

----------------------------------------------------------------------------------------------------
--------------------------------------------------------------------------------------------------

 




Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol