Tasavvuf bir ilimdir. Hem de başlıbaşına bir ilim...
Tasavvuf, kalbin ve nefsin iyi ve kötü hallerini bilip, kötü hallerden temizlenmeyi ve iyi hallere bezenip Allahü Telâyı yakın olmayı öğretir.
Tasavvufun hedefi insandır ve insanı islahtır. Bu sebeple, tasavvufun insana nasıl baktığını bilmek lazımdır:
İnsanın iki cephesi vardır.
1- Maddi vücut
2- Manevi vücut.
Maddi vücut herkes tarafından bilinen ve görülen vücuttrur. Manevi vücut ise gözle görülmez. Kur'an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde isimleri geçen, Kalb, ruh, Akıl, Nefs gibi unsurlar hep manevi vücudun azalarıdır.
İnsanın maddi vücudunun yaşaması için yemeye, içmeye, teneffüs etmeye ihtiyacı olduğu gibi, manevi vücudun da gıdaya ihtiyacı vardır. Manevi vücudun gıdası ise nurdur. Nur, Allahü Teâla Hazretlerinden gelir. Peygamber ve onun varisi Mürşid-i kamil denilen büyük velilerin manevi kalblerinden dağıtılır. Manevi vücut ancak, bu nuru aldığı takdirde sıhhatli yaşayabilir. Nur alamayan manevi vücut önce hastalanır, sonra da ölür. Bu manevi ölümdür. Bu duurmdaki insan, yaşayan ölü gibidir.

"Celalim hakkı için cin ve insandan bir çoğunu Cehennem için yarattık. Onların öyle Kalbleri vardır: anlamaz, öyle gözleri vardır ki, görmez, öyle kulakları vardır ki, işitmez. Dikkat edin onlar, hayvanlar gibidir. hatta ondan daha şaşkındırlar. İşte bunlar hep o gafiller..." (Araf -7/179) ayeti kerimesi gibi bu gibi manen ölü kimseleri tarif eder.
Cenâbı Hak, Kur'an-ı Kerimin; 191 yerinde "manevi kalb"den, 49 yerinde "nur"dan, 59 yerinde "akıl"dan, 9 yerinde de "ruh"tan ve pek çok yerinde de "nefs"ten bahseder. Tasavvuf, işte bu: kalb, ruh, akıl ve nefs gibi manevi unsurlarla alakalıdır.
Tasavvufun hedefi, insanın manevi vücudunu, manevi ölüm ve manevi hastalıklardan korumak, dünya ve ahirette insanı manen, huzurlu ve sihhatli yaşatmaktır.
Tasavvuf ilmine göre insnın manevi vücudunda iki zıt varlık vardır. Bunlardan biri Ruh, diğeri de Nefstir. Bu iki zıt varlık insanın vücuduna hakim olmak için mücadele eder. Nefsin gıdası günahlar, yardıcısı da Şeytan'dır. İnsanın içinden gelen her türlü kötü düşünce, fiil ve ahlaksızlığın sebei nefstir.
Nitekim Yusüf aleyhisselam:

"Ben nefsimi temize çıkarmam Muhakkak nefs, mübalağa ile kötülüğü emredicidir. ancak rabbimin rahmet ettikleri müstesna. sureti katiyyede benim rabbim gafurdur, rahimdir. (Yusuf - 12/53)
"İnsanın en büyük düşmanı iki kaşının arasındaki nefsidir" Hadis-i Şerif
"Nefs kötülüklerin deposodur" (Mektubat-ı Rabbani)
İşte din ve tasavvuf, insanın içindeki bu habis ve kötü varlığın terbiyesi ve temizlenmesi ile alakalıdır. Başta peygamberler, sonra da peygamberleri n varisi olan alimler ve evliyâullah = Mürrşid-i Kâmiller hep insandaki bu kötü varlığın temizlenmesi, nefsin mağlup olup ruhun galip gelmesi için çalışırlar.
En Kestirme Yol
Nefsin temizlenmesi ve kalbin nur ile dolmasının en kestirme yolu,Muhammed Bahâüddin Şah Nakşıbend (k.s.) şöyle buyuruyorlar:
Yolumuz ender bulunan yollardandır. Sağlam halkadır. Resulullah (s.a.v) Efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafa'nın sünnetlerine tutunmaktan başka bir şey değildir. ashab-ı Kiramın takib ettiği yolu izlemekten başka bir gaye yoktur."
İlk Adım
Hakiki bir mürşid-i kâmile gelip bu ilmi öğrenmek isteyen bir mümin, nefsinin terbiyesi için ilk adını atmış olur. artık o mürşide kendini teslim etmiş ve manen biat etmiş olur. Bu maksatla bir mürşide gelip bağlanan kişiye mürüs (Allah'ı isteyen kişi) denir.
Mürid, geçmiş günahlarına tövbe etmiş, farzlarını yapmaya ve haramlardan sakınmaya kesin olarak söz vermiştir. Artık bu kişinin nefsi sıkı bir takip ve kontrol altına girmiş demektir. Sonra mürüd kalbine ve ruhuna Allahü Teâla Hazretlerinden gelen nuru almayı öğrenir. Allah^dan gelen bu nuru almakta vasıta, başta peygamberler sonra da onun varis ve vekili olan mürşid-i kâmillerdir.
Nurun Alınışı
Mürid tenha ve temiz bir yerde kıbleye dönerek oturur. Gözlerini yumar. Mürşidinin tarif ettiği sûre ve duaları okuduktan sonra dilini damağına yapıştırır. sonra aklından ve kalbinden (masivayı) mahlukatı düşünmeyi çıkarır. Bütün dikkatini nurun çıkış ve dağıtım merkezine toplar. Ve oradan manevi kalbine Allah'dan gelen nurun geldiğini düşünür. bir müddet sonra da dilini hiç oynatmadan sırf lalbinden "Allah" ismi şerifini zikreder. Bu, Allah'a yakın olmanın ilk adımıdır. Artık insana nur geldikçe ruh kuvvetlenir. Nefs de böyle bir ruha galip gelemez ve vücut idaresini eline geçirmez.
Kutub ve Kutublar
Veliliin en üst derecesindeki zatlara"kutub" denir. Kutublar, her devirde bir veye iki, en fazla üç kişi olur. Bunlara; üçler denir; Kutbü'l aktab, Gavsü'l âzam, Kutbü'l ûlâ diye isimlendirilirler. Üçlerin en yüksek decede olanı Kutbü'l-aktab'tır.Kutbü'l-aktab, kutubların kutbu demektir. Bu zât, Peygamber Efendimizin tam varisidir.
Velayet derecelerinin en yüksek makamına çıkmış bu zatlara, Mürşid-i kamil, insan-ı kâmil, Şeyh veya vâris-i Resül ismi verilir. Bu zatlar, Resülüllahın manevi vücudundan aldıkları Allah'ın nurlarını kendi mânevi vücutları vasıtasıyla, isteyen insanların mânevi vücutlarına dağıtırlar. Yaşadıkları devrin insanlarını irşad ederler.
Silsile-i Sâdât
Bu büyük veliler, Kur'ân-ı Kerimde Neml sûresinde anlatılan, Yemen'den Kudüs'e, göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir zamanda Belkıs'ın sarayını getiren Süleyman aleyhisselamın veziri (Asaf bin Berhaya) gibi büyük salâhiyet ve tasarruflara sahiptirler.
Sahabe-i Kiram bu hususta en öndedir. Bu yüksek hallerin sahibi allah dostları Sahâbe-i Kiram'dan sonra da devam etmiştir. Hatta, birbirlerine bağlı zincir halkaları gibi bir silsile halinde, biri diğerine vazifesini devrederek günümüze kadar gelmişlerdir.
Tasavvufta iki silsile mevcuttur. Biri, Zikr-i Hafi = Gizli Zikir Silsilesi, diğeri Zikr-i Cehri = Açık Zikir Silsilesi.
Gizli zikir silsilesi Hazreti Ebubekir Efendimize dayanır. Açık zikir silsilesi de Hazreti Ali Efendimize dayanır. Tasavvuf erbabı her fert, mutlaka bu iki silsileden birine bağlanır.Bütün tarikatlar=yollar, bu iki ana koldan gelmişlerdir. Daha sonraları bu iki kol,
1 . Nakşi Silsilesi
2.Kaadiri Silsilesi diye anılmıştır.
Bu silsilere Silsil-i Zeheb (Altun Silsile), Silsile-i Kibrîti Ahmer isimleride verilmiştir.
Altun Silsil'yi teşkil eden zevat-ı kiram'ın adedi 33'dür. bu sırlardan bir sırdır.
Mürşid-i Kâmilin Vasıfları
Her şeyin hakikisi ve sahtesi bulunduğu gibi mürşidi kamilinde hakikisi ve sahtesi mevcuttur.
Sahtesinin şerrinden kotrunmak ve hakikisine kavuşmak için Cenâb-ı Hakka çok iltica etmek lazımdır. Çünkü her devirde sahteleri, hakikilerinden çok fazla olmuştur.
Sahtesinde bulunan en açık vasıflar şunlardır:
1- Sahte mürşid, en başta dinin emirlerine ve Resülüllah Efendimizin sünnetine uymaz.
2- Her devirde görülen en açık misali kadın erkek münasebetlerindedir.Kadın cemaatle bir arada bulunur. Kadınlara elini öptürür.
3- Sahte mürşidin, sohbetlerinde ve toplantılarında rüyaya çok geniş yer verilir.
4- Hadis-i şeriflere ve ayeti kerimelere ulemanın verdiği manaların dışında manalar verilir. Sünnetler yanlış yorumlanır.
5- Dinin yayılması için değil, kendi tarikatının yayılması için çalışılır.
6- İnsanların hidayete ermeleri için çalışmaktan ziyade istikameti düzgün insanlarla uğraşır ve onlarla meşgul olur.
7- Mekruhlara ehemmiyet vermez.
8- Nafile ibadetleri insanların gözü önünde yapar.
9- Zamanlı zamansız, yerli yersiz insanların gözü önünde ağlar.
10- Çoğu Vahdet-i vücud'a inanır.
11- Namazını hep Mekkede kılıyor diye ve buna benzer nice şeyleri şakşakçılarına yaydırır.İlk zamanlar buna tabi olanlar büyük bir zevk duyar, huzur alır, ibadete bağlılığı artar. Şeytan o kimseyi sahte mürşide bağlamak için ondan vesveseyi kaldırır, o kimsenin kolayca ve zevkle ibadet etmesini sağlar. Fakat daha sonra onu daha büyük ve delalete sokar.
13- Erkek ve kadın mürüdlerine bol keseden halifelikler vererek onları dünya menfaatiyle kendilerine bağlar.
Gerçek Mürşid
"Ağaç nasıl ki, gövdesinden değil de, meyvesinden iyi anlaşılırsa, mürşid-i kâmil olan kişilerde, gösterişli zahir hallerinden değil, meyve ve mensuplarından yani yetiştirdikleri kimselerin güzel hallerinden anlaşılır. Ve bu süretle kendilerine tabi olmak, manevi feyzinden her hususuta istifade etmek caiz ve sahih olur. şöhreti arşa çıksa, hakiki mürşidin misali, meyvesidir." (2)
Üveysi İrşad
Bir mürşid-i kamil vefat ettikten sonra da istediği bir kimseyi irşad edebilir. Kendi ruhaniyetinden yardım isteyen birine yardımlarda bulunur ve onu manene terbiye eder. İşte bu şekilde cismen değil de manen terbiye olma haline tasavvufta "Üveysi" olarak irşed olma ha denir. bu hal ilk defa Veysel Karani Hazretlerine vaki olmuştur. Resülüllah Efendimizi bizzat görmemiş ancak, ruhaniyetinden istifade ederek irşad olmuştur.
--------------------------------------------------------------------------------
NEFİS
Nefsinizi tanıyormusunuz? Nefsin de mertebeleri var biliyormusunuz? Aşağıdaki yazı size nefsinizi tanımak için ışık tutacaktır.
Nefs'in yedi mertebesi vardır : Nefs-i emmare, nefs-i levvâme, nefs-i mülhimme, nefs-i mutmainne, nefs-i râziyye, nefs-i marziyye ve nefs-i safiyye. Nefs-i Emmare : Hayvani ruhun kendi yaratılışı olan sıfatı "Nefis olanca şiddetiyle kötülüğü emreder" (2) ayeti kerimesinin anlamınca emmaredir. Üç sınıftırlar. Bunların hepsi "Biz müslümanız" derler, ama taklit ehlidirler.
- Birinci Sınıf
- Allah'ın emrettiklerinden hiç bir şeyi yapmazlar.
- Allah'ın yasakladıklarının hepsini yaparlar.
- Biz hakikati bulduk kabilinden türlü türlü sözler söylerler.
- Kendileri nefsin elinden esir olup cehennemlik olmuşlardır.
- Kendi işledikleri kötü fiiilleri, günah olan şeyleri oldukça güzel görürler. Hatta onlarla iftihar ederek mutlu olurlar.
- Bunlara nasihat fayda etmez, neticede imansız olarak ölürler.
- Bunların yolunda gitmek caiz değildir. Tarikattan haberi olmadıkları olmadığı gibi temel dini esaslarda bile sapıklığa düşmüşlerdir.
- İşledikleri günahları ve yaptıkları kötülükleri ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerle yalanlarlar.
- Bunlar dan insanlık sıfatı tamamen kalkmış, hayvanlık sıfatı ile sınıflanmışlardır.
- Bu sıfatla yetmiş iki fırka ve bütün kâfirler sıfatlanmışlardır.
- Bunların hepsi de:
"Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözlerinde de perde vardır ve büyük azab onlar içindir." (3) ayet-i kerimesindeki manaya uymuşlardır.
- Bunlardan insafa gelip imanı kabul etmiş yoktur. Meğer ki hidayet erişe...
- İkinci Sınıf
- Bunlarda Allah'ın emrettiklerini yerine getirmezler ve yasaklarından sakınmazlar.
- Bütün haramları işlerler. Lakin harama helal demezler. Ancak haramdır diye işlerler ve derler ki,
"Kırk gün günahkâr iken bir gün tövbekâr oluruz. Allahü teala merhametlidir, affedicidir. Kulunun kusurunu affeder. Su bulanmayınca durulmaz. Bir gün oluruz ki, bunların hepsine birden tevbe ederiz. Tevbesiz bile ölsek bize azap etmek Allah'ın şanından değildir. .."
diyerek birbirine tesellide bulunup, geçersiz delillere ve müjdeci ayet-i kerimelere dayanarak bütün haramları işlerler.
- Allah korkusu asla içlerine sirayet etmeyip yaptıkları pisliklere de zerre kadar pişman olmazlar.
- Küçük güzel bir iş yapsalar o zaman hemen sanki Allah cennetin anahtarlarını onlara vermiş gibi iftihar ederler.
- Bu sınıftan da insafa gelip günahlarından pişmanlık duyarak tevbe edenler yok denecek kadar azdır.
- Bunlar da:
"Andolsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır." (4) ayet-i kerimesinin hükmüne tamamen uymuşlardır.
- Üçüncü Sınıf
- Tarikat ehli olanların nefs-i emmare sahibi olanlardır. Bunlarda Allah'ın emrettiklerini yerine getirmezler ve yasaklarından sakınmazlar.
- Hem kusurlarını bilirler, yine yasaklanmış fiilleri işlerler. Pişmanlıkla tevbe edip ahlaklarını ve hallerini değiştiremezler.
- Bu sıfatla ahirete giderlerse emmare halinde olduklarından çoğunluğu imansız ölürler.
- Bunun ilacı, yani emmare sıfatından levvame sıfatına dönmenin ilacı " Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz" hadis-i şerifine uyarak kendini hesaba çekersin. Yani:
- Kötü bir fiil işlediğinde hemen ardından Cenab-ı Hakkın yüce varlığını hatırlayarak onun alim sıfatını düşün. O her şeyi bilir.
- Ceza gününün şiddetini ve işlediğin kötü fiilleri düşün ve ne kadar ağır gelsede pişmanlık duy, bir daha işlememeye kesin karar ver tevbe et.
- Allah'ın emrettiklerini yerine getirme konusundada iyice düşün ve yapmaya çalış.
- Tevbe ederken fırsat geçerse yine işlemek fikri olursa tevbesi kabul olunmaz. Zira böyle tevbeler münafık tevbesidir ve makbul değildir.
- Günah işlediği zaman hemen peşinden elinde olmadan pişmanlık duyar ve yaptığı günaha ciğeri yanıp gözlerinden yaş akıtıyorsa o vakit bilsin ki levvame sıfatı kendisine hal olmuştur.
Nefs-i Levvâme : İki sınıftır. Birincisine ehl-i ukbâ, ahiret ehli, ikincis tarikat ehlidir.
- Ahiret Ehli
- Tarikat Ehli
- Bunlar da tevbelerinde durmazlar. Ama günahları eylem değil, haldir, tavırdır, davranıştır.
- Ehl-i tarik birisi, olgun bir mürşidin elini tutunca mürşidi ile bütün haramlardan sakınmak ve bilumum farzları yerine getirmek konusunda ant içip söz keser ve ilaveten şeyh, dervişe zikir verir. Derviş levvame sıfatında ise mürşidin himmeti ile bu anlatılan ehl-i dünya ve ehl-i ukba gibi zahiri sebebi ile o günahları işleyemez.
- Günah işlese bile bunu sebepsiz işler. Yani sözü daha geniş söyleyim derken yalan karıştırır, söz arasında birinin gıybetini yapar veya bunlar gibi duyu organlarıyla yapılan günahları da işler. Kalpe edilen kin, kibir, çekememe ve benzeri kötülüklerin hepsi kendilerinde mevcuttur.
- Levvame sıfatından kurtulup mülhime sıfatına geçmek için:
- Levvame sıfatında olanlara rabıta şarttır. Gezip tozduğu, oturduğu kalktığı yerde şeyhini gönlünden çıkarmadan onun huzurunda, elinden tutuyormuş, hırkasını giymiş gibi veya kendine en uygun gelecek şekilde rabıtaya çalışmalı ve gayret etmelidir. Sonra:
- "Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz" hadis-i şerifine uyarak kendini hesaba çekmeli, kendisinde ne kadar kötü huy bulursa hepsini birer birer yazmalı, terketmek için kesin karar vermeli, tevbe etmeli o ahlakın zıddını yapmak için ısrarla çalışmalı. Mesela
* Tevbe ettiği kötü huy kibir ise evazu ile davranmalı
* Gıybet ise methetmelidir.
Bir kimsede kusur gördüğünde o kusuru kendisinde görüp şöyle demelidir:
"Ey nefis! İnsan insanın aynasıdır. Eğer bu kusur bende olmasaydı bu kimsede bunu görmezdim. Kendi halimi bu mübarek zatın aynasında gördüm. Bu hal benim halimdir. Ey nefis! Haksız yere ona isnatta bulunursun."
Böyle söyleyip kendi nefsini ayıplayarak Allahü tealadan af dilemelidir.
"Ya Rabbi! Kalbimde bu küstahlığın olduğunu sen bilirsin. Sen bütün sırları ve gizli olan her şeyi bilirsin. Hepimizi affedip güzel ahlaklı kıl"
Allah'tan korkup o kötü ahlak kendisinden gidip yerine güzel olanı gelinceye kadar böyle yapmalıdır. Buda şöyle anlaşılırki: O'nun olduğu yerde bir kimseyi bir topluluğu kötüleseler bu kimse elinde olmadan onları metheder, methetmeye gücü yetmezse kötüleyenlere buğz ederek sessiz kalır.
- Bir daha tespit ettiği kötü huyları kendinde zuhur etmezse anlaşılır ki, mülhime sıfatı kendisine hal olmuştur.
Nefs-i Mülhimme : İki bölümdür. Birincisi ulemâ-yı amilin, âbidler ve zâhidler. İkincisi ehl-i tarik ehlidir.
- Ulemâ-yı Amilin, âbidler ve Zâhidler
- Herkes bu sınıfta olanlara iyi gözle bakarlar, haklarında olumlu düşünürler. Zira zahirdeki kötü hareketlerini iyi fiillere dönüştürmüşlerdir.
- Emr-i bi'l maruf ve nehy-i ani'l-münkerden başka Hazret-i Resûlullah'ın (s.a.v.) sünnetini de yaymaya gayret ederler.
- Farzların, vaciplerin, sünnetlerin ve müstehapların tamamını yerine getirerek bunları dışa çıkartıp eyleme dökerler.
- İnsanlar, zahirdeki hareketleriyle onlara zamanın kutubu gözüyle bakar. Ama iç dünyalarının bütün bütün kötü ahlakla dolu olduğunu bilmezler ve görmezler. Bunların kötü ahlktan kurtulmaları için zikir kılıcı lazımdır. Bu da kendi kendine olmaz. Kâmil bir mürşid bulup kendini tam bir bağlılıkla ona teslim ederek onun telkin ettiği zikir kılıcı ile her gün hayvani ruhun helaki için çalışır, ta ki, kötü huyları güzel ahlaka dönüşsün.
- Ehl-i Tarik
- Kötü fiil ve kötü huylardan mümkün olduüu kadar kurtulmuşlardır. Fakat varlık berzahından, tunelinden, uçurumundan, renk değiştirmekten, döneklikten, tereddüt ve döneklikten bütün işlerini Allah'a havale edip O'na tam bir bağlılıkla teslim olamadıklarından kurtulamamışlardır. Yani:
* İster zengin ister fakir olsun sürekli olarak geçmişe üzülür ve geleceği düşünüp kederlenirler.
* Bugün rızıklarını yerler, sabah için acaba halimiz ne olur, diye kara kara düşünürler.
* Halleriyle Cenab-ı Hakk'ın rezzâk ismini inkar ederler. "Şimdiye kadar Cenab-ı Hak ne aç ne açıkta bıraktı. Şimdi de bırakması şanına yakışması şanına yakışmaz" diye hiç bir yerden teselli bulamaz.
- İçleri devamlı surette kuruntu ve daralmadan kurtulamaz. Hep renkten renge girer, tereddütlü olurlar.
- Dünya sevgisi ve tabii şeylere bağlılıktan kendilerini alamamışlardır
- Bazen iç rahatlığı gelir ve ruhani safadan bir nebze olsun tad alırlar, bazan da iç darlığı, döneklik ve tereddüt ile dolarlar.
- Bu sıfat le sıfatlanan kimse sürekli olarak Allah'ın huzurunda olmalıdır. Yani, gezip tozduğu, oturup kalktığı yerlerde şöyle düşünmelidir: Cenab-ı Hak bana benden yakındır. "İhsan, senin Allah'ı görüyormuş gibi ibadet etmendir. Sen onu görmesen bile o seni görür." hadis-i şerifince hareket etmelidir.
- Cenab-ı Hak rızkını ezelden takdir etmiştir. Yiyecek, içecek ve giyecek gibi üç husus ecel gibidir. Hiç bir şekilde değişmez. Her gün insanın nasibi her ne ise onu bulsa gerektir. Bunun için beyin yormak yorgunluktur. Çok düşünmekle, çok çalışmakla bir şeyin fazlası noksanlaşmaz. Bu yorgunluktan ve kalp sıkıntısından başka bir şey değildir.
Takdir-i Huda kuvvet-i bazu ile dönmez
Bir lem'a ki Mevlâ yaka üflemekle sönmez
Bundan dolayı ezelde her ne ki takdir olundu ise hepsi zamanları gelince gerçekleşir. Dünya iin tasalanmak ahmaklığın ta kendisidir. Her iş olacağına varır. Senin düşünmen sadece yorgunluktan ibarettir. bu şekilde tefekkür edip zikrine ve fikrine devam etmelidir.
- Mülhime sıfatının durumu acayiptir. Sürekli uyanık bulunmalı, her ne suretle olursa olsun düşüncesinden zuhur edenleri şeriat terazisiyle ölçüp ona göre karşılık vermelidir. Cenab-ı Hakk'ın inayetiyle nefsin mutminne mertebesi kendisine ihsan ve hal olunur. Bunun işareti de şudur:
* Bütün kötü ahlakları güzel huylara dönüşür.
* Tam tevekkül hali gelir ki, dünyalık bütün işlerini Allah'ın kudret eline bırakarak tam bir bağlılıkla teslim olur. Kendisine bir zenginlik elbisesi de ihsan olunur ki, kesinlikle bundan sonra artık geleceğe bel bağlamak ve gelecek endişesiyle yaşamak ile geçmişten keder ve elem çekmek, maziye üzülmek gibi hallerden kurtulur.
* Bugünden yarın sabahın işini düşünmez. Gün, bu gündür. Saat bu saattir, der ve Hakk'ın verdiği ilahi ihsanlara teşekkürle onlara kanaat eder. Bundan sonra bütün dünya halkı bir taraf olsa ve "Gel yhu, bu senin ettiğin nasıl iştir? Sonra pişman olursun!" gibilerinden türlü türlü nasihatler verseler bile itikadına, inancına zerre kadar tesir etmez.
* İşte bu anlatıldığı şekil üzere böyle haller zuhur ederse o kimsenin nefsinin mutmainne sıfatı ile sıfatlandığına ve mutmainne mertebesine yükseldiğine delalet eder.
- Bazen nefsin levvame bazen mülhime mertebelerinde olup bu sıfatlarla sıfatlanmış kimseye ilahi tecelliler zuhur ettiğinde kendini "iyice adam oldum" sanıp aldanmasın. Çünkü bu yer, bu derece bütün Allah dostlarının "el aman" diye çağrıştıkları bir yerdir. Allahü teala sizleri ve bizleri korusun. Bu yerden düşen nefsin emmare mertebesine kadar düşer, hatta tarikattan uzaklaştırılıp imansız olarak ölmesinden ziyadesiyle korkulur.
-------------------------------------------------------------------------------------------------------
TARİKATLAR
Hazret İnayet Han ([Üniversel Sufizm)
Veysel Karani ---------------------------------------------------------------------------
Tarikat, aynı dinin içinde birtakım yorum ve uygulama farklılıklarına dayanan, bazı ilkelerde birbirinden ayrılan, Allah'a ulaşma ve onu tanıma yollarından her biri[1]. İslamiyet'te, İslamiyetin kalbi boyutu üzerinde duran ve "kalbin fıkhı" diye nitelenen tasavvuf öğretisinin uygulandığı düzenli kurumsal yapılar olarak tarif edilir. Bununla birlikte tarikat kelimesi gündelik konuşmada ve medyada sıklıkla laik düzen ve rejim karşıtı köktendinci grupları tanımlamakta kullanılır.
Kökenbilim
Tarik Arapça'da 'yol' demektir. Tarikat bu kelimenin çoğuludur ve 'yollar' manasına gelir. Mezhep kelimesi Zehebe (Gitmek) fiilinden türemiş olup anlam olarak benzemektedir. Tarikat tasavvuf için yol, mezhep ise şeriat için yol demektir. Tarikat keşfe ve ilhama dayanırken, mezhepler nakle (kitap, paygamber) dayanır.
Türkiye'deki ve Dünya'daki tarikatlar
Tarikatlar da Mürşit denilen manevi önderler eşliğinde tasavvuf öğretisini uygulamaya istek duyan kişilere (talip) yolun esasları hakkında teorik ve pratik bilgi verilir. Yola giren kimseler (mürid) ve yolda ilerleyenler (salik) tasavvuf öğretisinin esaslarını yaptıkları pratiklerle (zikir, tefekkür, rabıta, murakabe, nafile ibadetler vs.) kendi derunlarında keşf ederler.
Türkiye'deki Tarikatlar
Bazı Tarikatlar ve Kurucuları

KADİRİLİK
Kadirilik (Kadiriye, Osmanlıca : ﻪﻴﺮﺪﺎﻗ), en büyük sufi tarikatlardan biri. Abdülkadir Geylani yolunun takipçileri tarafından 12. yüzyılda kuruldu. Sesli zikir yapılması nedeniyle cehri tarikatlar arasında sayılır. Mensupları arasında II. Abdülhamid, Mustafa Hayri Öğüt gibi tanınmış kişiler vardır.
Kadirilik birçok kola ayrılarak günümüzde de etkinliğini sürdürmektedir. Bu kolların en bilinenleri Esedilik, Eşrefilik ve Rumilik'tir.
Kadirî tarikatının 2. Pir-i Sâni'si Şeyh İsmail-i Rumî'ye ait Kadirihâne Tekkesi Tophâne'deki Kadiriler Yokuşunda bulunmaktadır. Abdülkadir Geylani Baz-ül Eşheb ve Gavsül Azam olarak da bilinir. Türkiy'de yaşayan Kadiri Şeylerine örnek olabilecek Varis-ün Nebi ve Nedim-i İlahi olan Es Seyyid H.Galip Hasan Kuşçuoğlu K.S.Kadiri,Rufai,Mesayıhı iken kendisine bu iki tarikin birleşiminden Galibi Pirliği verilmiş olup Kadiri Şeyhliğini de temsil etmektedir.Allah cümlesinden Razı olsun.
SEYYİD ABDÜLKADİR GEYLANİ
Evliyânın büyüklerinden. Künyesi, Ebû Muhammed'dir. Muhyiddîn, Gavs-ül-a'zam, Kutb-i Rabbânî, Sultân-ul-evliyâ, Kutb-i a'zam gibi lakabları vardır. İran'ın Geylân şehrinde 1078 (H.471)de doğdu. Babası Ebû Sâlih bin Mûsâ Cengîdost'tur. Hazret-i Hasanın oğlu Hasan-ı Müsennâ'nın oğlu Abdullah'ın soyundandır. Annesinin ismi Fâtıma, lakabı Ümm-ül-hayr olup seyyidedir. Bunun için Abdülkâdir Geylânî, hem seyyid, hem şerîfdir. Hazret-i Hüseyin'in evladına seyyid, hazret-i Hasan'ınkine şerîf denir. AbdülkâdirGeylânî hazretleri 1166 (H.561)'da Bağdad'da vefât etti. TürbesiBağdad'dadır. Ziyâret edilmekde, feyz ve bereketlerine kavuşulmaktadır. Fıkıh ve hadîs ilimlerinde müctehid idi. Kâdiriyye tarîkatının kurucusudur. Ehl-i sünnet îtikâdını ve din bilgilerini her tarafa yaydı. Orta boylu, zayıf bünyeli, geniş göğüslü, ilm için vefâkârlıkta emsâli az bulunur bir velî idi.
|
HAYATI |
Hazreti Pîr Seyyid Sultan Abdülkadir Geylani Kaddesallahü Sırrahül Azîz ve Hakîm, velayet burcunun batmayan güneşi, bütün velilerin piri, intisab edenlerin mutluluğa erdiği hidayet sancağı, ebedi saadetleri kendinde toplayan, maddi ve manevi tertemiz bir yolun mensubu ve Hz. Muhammed'in (s.a.v.) soyundan gelen torunudur. Tüm tarikatlar, hikmet ve ilim yolları, kaynağı Hz. Muhammed (s.a.v.) ummanı olan O yüce pınardan beslenmişlerdir. |
----------------------------------------------------------------------------------------
RUFAİLİK
Seyyid Ahmed Er Rufai, Rufaiye'nin Piri Seyyid Ahmed Er Rufai 1118'de Irak'ta Bağdat ile Basra arasında yer alan Ümmü Abide köyünde dünyaya gelmiştir. Yedi yaşında iken babası vefat edince tahsil ve terbiyesini dayısı ve mürşidi Şeyh Mansur Batahi üstlenmiştir. Şeriat ve Tarikat ilimlerini tahsilden sonra icazet alan Seyyid Ahmet Er Rufai, babası Seyid Ali'nin Hasen köyündeki dergahında irşada başlamıştır. Dayısı ve mürşidi Mansur Bahati'nin vefat etmesi ile Ümmü Abidedeki dergahta posta oturmuştur. Kendi ismiyle anılan Rufaiye tarikatını kurmuştur.
Eserleri
- Burhanül Müveyyed
- Kırk Hadis
- Haletü Ehli'l Hakika Maallah
- Nizamü'l has li Ehlil İhtisas
- Ahzab ve Evrad
- Mecalis
SEYYİD AHMED ER RUFAİ
Dedesi Seyyid Yahya, Abbasi halifesi tarafından Basra'da bulunan Şiiler ve Sünniler arasındaki kavgalara son vermek üzere görev verilmiş o da bu görevi en iyi şekilde yerine getirerek Basra, Vâsıt ve Batâih bölgelerinde huzuru sağlamayı başarmıştı. İşte Ahmed er Rufâi'nin babası olan Seyyid Ali bu zatın oğludur. Ahmed-er Rufâi, Bağdat ile Basra arasında Bataih (bataklık yerler) bölgesinde Ümmüabide köyünde dünyaya teşrif etmiştir.
Seyyid Ahmed-er Rufâi Hazretleri, yedi yaşına kadar babası Seyyid Ali'nin nezdinde kaldı. Yedi yaşında iken babası vefat edince, devrin büyük mutasavvıflarından olan dayısı ve şeyhi Mansur el Batâihi, annesi ve kardeşleri ile birlikte Onu himayesine aldı. Küçük yaşta hafızlığını tamamladıktan sonra Peygamber Efendimiz'in manevî işareti üzerine dinî ilimlerini tahsil için Şeyh Ali Ebu'l fazl el Vasıtî'ye teslim edildi. Şey Aliyyül Vasıtî hazretleri Peygamber efendimizin manevî emrine imtisalen Ahmed-er Rufâi'nin tahsil ve terbiyesinde büyük bir dikkat ve titizlikle hareket ederek son derece ihtimam ve gayret gösterdi. Ahmed-er Rufâi aklî ve naklî ilimlerde çok üstün bir gayret ve başarıyla ilim kariyerine sahip oldu.
Hakiki bir fıkıh, hadis, tefsir alimi ve hakiki bir mutasavvıftı. Ayrıca çok mükemmel bir hatipti de... Seyyid Ahmet Rıfai (r.a.); orta boylu, nur yüzlü ve buğday benizli idi. Saçları siyah, sakalı seyrek, alnı açık ve geniş idi. Gözlerine sürme çeker, devamlı tebessüm eder halde bulunurdu. Öyle güzel konuşurdu ki, kalpleri harekete geçirir, sohpetine doyum olmazdı. Hatta bir keresinde cemaate vaaz-ü nasihat ediyordu. Cemaatte bulunan alimlerin Ahmet Rıfai Hazretlerine çok fazla soru sorduğunu gören Ebu Zekeriyya (r.a.) onlara müdahale etti. Bunun üzerine Ahmet Rıfai (r.a.) tebessüm edip, "Ey Ebu Zekeriyya! Bu dünya fanidir. Bırakınız ben hayatta iken sorsunlar." buyurdular. "Bu dünya fanidir" buyurduğunda, cemaat fevkalade heycana kapıldı, içlerinden beş kişi orada vefat etti. Orada hazır bulunanlar içinden, ibadetlerini tam olarak yapamayan binlerce kişi tövbe edip doğru yola geldi.
Ahmed-er Rufâi, Şeyh Aliyyül Vasıtî Kuddise Sirruhu'dan hem icazet aldı, hem de hırka giydi. Vasıtî Onun için : "Herkes üstadıyla, ben ise talebem Rufâi ile iftihar ederim" demiştir.
Ahmed-er Rufâi, Şeyh Aliyyül Vasıtî Kuddise Sirruhu'nun vefatından sonra dayısı Mansur el Batâihî'nin terbiye ve irşad halkasına girdi. 27 yaşına kadar dayısından tasavvuf dersleri alarak çok kısa zamanda seyr-i sülûkunü tamamladı. Daha sonra dayısı tarafından Ona "Şeyhü'ş-şüyûh" unvanı ile birlikte halifelik vererek kendisine bağlı bütün tekkelerin şeyhliğini verdi. Dayısı'nın vefatı üzerine bu yaşta posta oturdu. Kuddise Sirruhu, bütün tekkelerin şeyhliğine getirilince, Onu çekemeyenler, iftira atanlar eksik olmadı.
Yıllar geçtikçe müritlerin sayısı artıyor, şanı şöhreti her tarafa yayılıyordu.Bu durum Irak'taki bazı şeyhlerin Onu kıskanmalarına sebep oldu. Bir çok iftira, itham ve dedikodu ortaya atıldı. Neticede Abbasi Halifesi el Muktefî'ye, erkek ve kadın müritlerini aynı zikir meclisinde bir arada bulundurduğu iddiasıyle hicrî 550 yılında şikâyet ettiklerinde, halife durumu yerinde incelemek üzere bir müfettiş gönderdi. Durumu araştıran ve inceleyen insaf sahibi müfettiş inceleme sonunda kanaatlerini bir rapor haline getirerek şöyle demişti: "Bu Seyyid ve müritleri sünnet yolunda değillerse, yeryüzünde sünnet üzere hareket eden hiç kimse kalmamış demektir." Bunun üzerine Halifesine, yaptırdığı tahkikattan dolayı özür dileyen bir mektup göndermiştir.
Misafirler için verdiği yemek haricinden başka bir şey yemezdi. Kendisine ait olan misafirhane, devamlı olarak dolup boşanırdı. Eli ayağı olmayan veya cüzzam gibi ağır hasta olan kimseleri yanına alır, onları bizzat kendi elleriyle yıkar, temizler ve elbiselerindeki yırtıkları yamardı. Çok mütevazi idi. Daima az konuşurdu ve "Sukutla emrolundum." buyururdu. Namaz kılarken benzi sararır, kendinden geçerdi. Bir gün kendisi, "Namaza kalktığım zaman sanki ALLAH Teala bana Kahhar sıfatıyla tecelli edecek diye korkuyorum." buyurdu. Ahmet Rıfai Hazretleri hayvanlara karşı çok şevkatliydi. Kimsenin bakmadığı temiz olmayan ve cüzzamlı bir köpeğe baktı, onu yıkadı ve besledi. Bir gün paltosunun eteğinde evin kedisi uyuya kaldı. Namaz vakti geldiğinde kediyi uyandırmaya kıyamadı ve bir müddet onu şevkatle seyretti. Uyanmayacağını anlayınca kedisinin yattığı yeri kesti. O haliyle namaza gitti. Geri geldiğinde kedi uyanıp oradan gitmişti. Kesik parçayı paltosuna tekrar dikti.
Aşırı derecede alçakgönüllü ve takva sahibi idi. Bir gün, "İçinizde benim ayıbımı, kusurumu görüpte söylemeyen var mıdır? Varsa lütfen söyleyiniz." buyurdular. Orada bulunanlardan bir tanesi dedi ki: "Efendim, ben sizde bir kusur görüyorum." Bunu işiten Seyyid Hazretleri hiç üzülmedi, söyleyeni kınamadı ve, "Ey kardeşim, lütfen kusurumu söyleyiniz." buyurdu. O kimse, "Bizim gibi, size layık olmayan kimseleri huzurunuza kabul buyurmanızdır."deyince, başta Ahmet Rıfai (r.a.) olmak üzere oradakiler ağlamaya başladılar. Bir ara Ahmet Rıfai Hazretleri, "Hepinizden daha aşağı olduğumu biliyorum ve ben sizlerin hizmetçinizim." buyurdu. İbrahim Besti isminde birisi, bir gün Ahmet Rıfai Hazretlerine hakaretlerle dolu bir mektup yolladı. Bu mektubu alan Ahmet Rıfai (r.a.), yanında bulunan birisine mektubu okuttu. Her türlü iftiranın içinde bulunduğu bu mektup okununca, Seyyid Hazretleri sükunetle dinlediler ve, "Doğru söylemiş. Eğer ALLAH Teala'nın indinde şüpheli bir durumum yoksa, insanların bana ettiği iftiralara hiç aldırış etmem." buyurdular ve mektuba cevap olarak şunları yazdırdılar: "Muhterem İbrahim Besti Hazretleri, ALLAH Teala beni dilediği gibi ve istediği yerde yarattı. Sizin doğruluğunuza güveniyorum. Hayır dualarınızdan beni mahrum bırakmamanızı ve haklarınızı helal etmenizi yüksek zatınızdan istirham ediyorum."
Ahmed er Rufâi Hazretleri, Hicri 555 senesinde hacca gitmiştir. Hac dönüşü Medine'de Ravzaı Mutahhara'yı ziyaret etmiştir. Peygamber Efendimizin kabri önünde şu nidada bulunmuştur. "Esselâmü Aleyke ya Ceddi!" Peygamber Efendimizin kabrinden: "Aleyküm Selam Ya Veledi" cevabı duyulmuştur.. O sırada orada bulunan bütün ziyaretçiler bu sesi işitmişlerdir. Bunun üzerine vecde gelen Seyyid Ahmed-er Rufâi" Hazretleri, titreyerek diz çöküp şunları söylemiştir. "Uzakta iken ruhumu gönderiyordum. Bana, vekâleten toprağını öpüyordu, şimdi ise huzurundayım şu mübarek elini uzatıver de dudaklarım onunla haz duysun !.." Peygamber Efendimiz'in kabrinden nuranî eli dışarıya uzanmış ve bütün ziyaretçilerin gözleri önünde O, bu eli öpmüştür.
Bu hadise (Burhan) bir tevatür derecesinde hacılar arasında yayılmış, bütün İslâm ülkelerinde duyulmuştur. Şahidler arasında devrin tanınmış sofileri de vardır. Abdukadir Geylâni Hazretleri, Seyyid Ahmed-er Rufâi Hz.leri için : "Sahabe-i Kiram, müçtehidinden mada tabakat-ı evliyadan hiç kimse Ahmed er Rufaî Hazretlerinin makamına vasıl olamamıştır." Demiştir.
Hicri 560 yılında Abbasi halifesi olan el-Müstencid, kendisini Bağdat'a davetinde karşılamak üzere oğlunu vazifelendirmiştir. Sarayda davetliler arasında devrin ileri gelen Şeyhleri- mutasavvıfları da hazır bulundular. Her biri sırayla sohbet eder, söz sırası Ahmed-er Rufâî hazretlerine gelince bir konuşma yapmış Halife el Müstencid, Ahmed-er Rufâî'nin sohbetini ağlayarak dinlemiştir. Daha sonra Seyyid Ahmed-er Rufâî babasının Bağdad'taki türbesi civarında zikir meclisi tertip ederek, Halifenin de bizzat bu mecliste bulunmuştur. Kaynaklarda Rufâî hazretlerinin, ikinci bir defa daha hacca gittiği , arafatta Hızır (a.s) ile karşılaştığı ve Hızır'ın kendisine tac ve hırka giydirdiği ifade edilmektedir.
İlk eşi Hatice binti Ebi Bekir el Vasıt- en Neccavi'den Fatıma ve Zeynep adlı iki kızı olmuş, eşinin vefatından sonra evlendiği ikinci eşi Rabia'dan sonra Salih isminde bir oğlu olmuş ve küçük yaşta vefat etmiştir. Nesli iki kızı ile devam etmiştir. Fatıma'dan İbrahim Azeb (609) ve Ahmed-el Ahdar (645) adlı devrainde meşhur olan iki Sûfî, Zeyneb'den ise ikisi kız, altısı erkek torunları olmuştur. Bunlardan İzzeddin AHMED Sayyad (574-670) Rurâîye'nin Sayyadiye kolunun kurucusu olup, Rufâî Tarikatının İslâm âlemine yayılmasında tesiri olmuştur.
Ahmed-er Rufâî Hazretleri, Hicrî (578), Miladî (23 Ağustos 1182) tarihinde şiddetli bir ishal hastalığı sonunda vefat etmiştir. Vefatından önce ; "Beni dilenci keşkülü yerine koymayın, tekkemi bugün harem, öldükten sonra mezar etmeyin. Ben Hakk Tealâ'dan tek olarak yaşamayı diledim. O beni toplum içinde yaşattı. Öldükten sonra belki o muradıma erişirim. Toprak üstünde her ne varsa eninde sonunda yine toprak olacaktır." Bu sözü ile keramet buyurmuşlardır. Türbe-i Saadetleri yanında kimse yoktur. Kırın ortasında tenha bir yerde Bağdad'ın güneyinde Vasıt yakınlarında bulunmaktadır.
Ahmed-er Rufâî Hazretleri'nin tasavvuf ve Tarikat anlayışı, kitap ve sünnete tabi olan bir anlayıştır. Onun ifadeleri içerisinde İslâm dini, zahir ve batını ile bir bütündür.
Kalp cesetsiz olmaz, Kalbi olmayan bir cesed ise çürür. Tasavvuf ilmi, kalbin ıslahından ibarettir. Tarikat şeriat demektir. Hakikat, Şeriata muhalefet etmez. Tasavvuf, söz konusu ettiği Tarikat, şeriatın bizatihi içinde taşıdığı mana ve hikmetlerdir. Tasavvuf, Yün hırka ve taç giymek değildir.
Tasavvuf; hüzün hırkası, sıdk tacı, tevekkül elbisesinde bürünmektedir. İnsanın kalbi haşyet, bedeni edep, nefsi........,, benliği yokluk ve dili de zikir örtüsü ile örtündüğü takdirde tasavvuf yolunda bulunmuştur.
Mükemmel sofi her halde Hz. Peygamber (a.s)'a tabi olan ve kulluk derecesini en yüksek derecede olarak benimseyen kimsedir. Kul ancak Allah'dan gayri herşeyin kulluğundan kurtulduğu ve hürriyet makamına ulaştığı vakit, mükemmel bir kul olabilir.
Tasvvuf edeptir. Bu da Peygamber'in sünnetine tabi olmakla kazanılır. Derviş olmak için cemiyet hayatından uzaklaşmak gerekmez. Müridler, dünyevi meşguliyetlerini terk etmeksizin helâl ve harama dikkat ederek gafletten uzak kalmak suretiyle Hakk yolunda ilerleyebilir. Bütün iş, kalbi temizlemek ve temiz tutmaktır. Kerametlere rağbet etme. Çünkü veliler bundan kaçınmışlardır. Müritler için ne bir noksanlıktır, ne de Allah'ın kapısından ayrılma Kalbini Rasulullah'a yönelt, şeyhin ve mürşidin vasıtalarıyla O'nun yüce kapsından yardım iste..
Karşılıksız, garazsız şeyhine hizmet et. Ona karşı son derece terbiyeli ve edepli ol. Gıyabında dahi onun şerefini koru. Kendini onun hizmetine ver, evinde hizmeti arttır. Huzurunda az konuş. Ona tanzim ve vakarla bak. Ona sakın küçümseyici bakışlarla bakmayasın. Kardeşlerine öğüt ver, kalplerini kazanmaya çalış. İnsanların arasını bul. İnsanları Allah'a yöneltmeye bak. Sadakat ve ihlasla dervişlerin yolundan gitmelerini sağla.
Kalbini Zikir ile, kalıbını da fikirle tamir edip güzelleştir. Gayen su üstünde yürümek, havada uçmak olmasın. Bunları balıklar ve kuşlar da yapıyor. Himmet kanatlarıyla sonsuzluklara uçabiliyor musun ? Sen ona bak...
Ahmed-er Rufâî hazretleri, kendisinin tevazu, zül, inkisar yoluyla matlubuna vasıl olduğunu, bunları tarikinde bir esas olarak tercih ve tespit ettiğini söylemektedir.
Menkıbeler içinde fevkalede tevazuunu gösteren örnekler vardır. Bunlardan birinde kendisine iftira, hakaret ve küfür dolu sözler sarf eden bir şeyhe karşı, "Efendim, sizin hilminiz büyüktür, affınız geniştir. Ben neyim ki, ne kıymetim var ki bu kadar hiddete kapılıyorsunuz. Ben, sadece hizmetkarlarınızın en miskiniyim, ayaklarının tozuyum." Şeklinde yumuşak ve mütevazi bir söz ile mukabele etmesi üzerine, Ahmed-er Rufâî Hazretleri"ni kızdıracak başka bir söz bulamayan Şeyh "Görüyorum ki siz nefsinizden sıyrılıp çıkmışsınız. Şimdi mülk sizindir., nimet sizindir ve sizin neslinize aittir. Beni de bağışlayın" demiş ve müritleri arsına girmiştir. Bu nevi menkıbeler ve eserlerindeki ifadeler Onun şahsiyetini ve tarikat pirleri arsındaki hususiyetini gösteren çizgilerdir.
Şu nokta dikkat çekicidir ki birkaç keramet olayı istisna ondan bahseden menkıbeler daima Onun davranış ve ahlâkını, insanlarla münasebette tevazu ve hoşgörüsü ve ağırbaşlılığını anlatmaktadır. Bu özelliği ile Tasavvuf Güzel Ahlaktır. Tarifinin müşahhas bir örneği olarak görülmektedir.
Ahmed-er Rufâî Hazretleri, dört büyük kutuptan biridir. Abdülkadir Geylani Hazretlerinden sonra Kutbiyet makamına yükseldiğini kaynaklar belirtmektedir. Gavsiyet ve Kutbiyet âlemi kendisine bundan önce de bir kere daha tevdi edildiği ve onun bu vazifeden af dilediği, bunun üzerine Abdulkadir Geylani'ye verildiği, O'nun ölümü üzerine tekrar kendisine tevdi edilince bu vazifeyi kabul ettiği ve onaltı sene birkaç ay bu makamda bulunduğunu ifade etmektedirler. Kendisine Ebül Alemeyn (iki sancak sahibi) künyesinin bu duruma işret olarak verildiği kaydedilmektedir.
Ahmed-er Rufâî Hazretleri müritlerini şöyle müjdeliyor:
"Rabbim bana lütf'ü ihsanınla gözlerin göremediği, kulakların işitmediği, beşerin akıl ve hayaline gelmediği, bir çok nimetler ihsan etti. O'nun kerem elçisi Rasulullah, (s.a.v.) beni temin edip söz vermiştir ki Müridlerimi, sevenlerimi, zürriyetimi sevenleri, yerinde kaim olanları ellerinden tutup kaldıracak ve kurtaracak. Bu hal, kıyamete kadar böyle sürecek. İşte ruhen biat böyle hasıl oldu. "Allah (c.c) verdiği sözden dönmez." Şu halde Onun yolunda gidenlerin sahip oldukları büyük nimet ve müjdeyi bütün açıklığı ile ifade eder.
Ahmed-er Rufâî Hazretleri, Mecal bin Yunus ve Abdül Mü'min adında iki müridi ile sahrada geziyorlardı. Birbirlerine olan sevgi ve muhabbetleri pek ziyade idi. Onların bu yakınlığı ve duydukları manevi haz, her ikisini de sarhoş etmişti. Bu durum onları zaman zaman kendilerinden geçiriyordu.. Cezbeye tutuluyorlardı. Hatta müridlerden biri;
-Sana bu kadar zamandır Ahmed-er Rufâî Hazretleri'nin yakınlığından sana ne erişti?
Diğeri:
-Ne dilersem kabul edilme lutfu.
-Dile bakalım Allah (c.c) lutfedecek mi ?
-Ya Rabbi ateşten azad olduğuma dair şu aciz kuluna bir ferman göster.
Diye niyaz etti.
-Allah (c.c)sonsuz kerem sahibidir. Fazlına nihayet yoktur. Ve iki müridin önüne bir yaprak sağa sola yalpa yaparak bir kâğıt düştü. Kâğıda baktılar, Kâğıt bembeyazdı. üzerinde hiçbir yazı yoktu. Alıp Seyyide götürdüler. Ve hiçbir şey söylemediler. Seyyid bu bembeyaz kâğıda baktı ve hemen şükür secdesine kapandı. Secdeden başını kaldırınca:
- "Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun ki bağlılarımın cehennemden kurtuluşunu bana dünyada gösteriyor." Buyurmuş. "Bunun üzerinde yazı bulunmayan beyaz kâğıt" diyen oradakilere:
- "Evlatlarım kudret eli siyahla yazmaz, bu nurla yazılmıştır." Cevabını vermiştir.
Ahmed-er Rufâî Hazretleri, çok farklı özelliklere sahipti.
Peyamber Efendimize çok yakın idi. Ona her şeyi ile tutkundu.Cenab-ı Hakk, yaradılışında onunla kader birliği içinde yaratmış, bir takım hikmetlerle onun isminin müsemması kılmıştır. Dünyaya gelmeden annesi ve dayısı Mansur el-Bataîhi'ye rüyalarında isminin Ahmed olması müjdelenmiş ve emredilmiştir. Küçük yaşta Peygamber Efendimiz gibi yetim kalmıştır. Nesli kız evlatları ile devam etmiş, erkek evladını küçük yaşta kaybetmiştir. Hayatında kendisine hakaret edilmiş, eziyet görmüş, O ise PEYGAMBER Efendimiz gibi sabırla, dua ile mukabelede bulunmuş, hasımlarına karşı tevazu göstermiştir.
------------------------------------------------------------------
NAKŞEBENDİLİK
Nakşibendilik (Nakşbendiyye, Osmanlıca: ﻪﻴﺪﻨﺒﺸﻘﻧ), Abdulhalik-ıl Güjdevani tarafından sistemleştirilen, Muhammed Bahauddin Şah-ı Nakşibendi'nin isim babası olduğu İslam dini tarikatı.
"Nakış yapan" anlamına gelen Nakşibend; Nakşibendi mürşitlerinin, kalbi dünyadan ahirete bağladığı düşünüldüğü için bu adı almıştır.
Nakşibendi tarikatında sessiz zikir uygulanır.
Abdulhalik-ıl Gücdevani'nin tespit ettiği on bir tarikat prensibi
1- Vukuf-ı Zamanî: Müridin zamanı çok iyi değerlendirmesidir.
2- Vukuf-ı Adedî: Dersin adedi ve gerçek manası düşünülmelidir.
3- Vukuf-ı Kalbî: Kalbi uyanık tutmak gerekir.
4- Hûş der-dem: Nefes alıp verirken, gaflette olmamak..
5- Nazar ber-kadem: Başkasına değil, kendine bakmalıdır..
6- Sefer der-vatan: Halktan ayrılıp Hakk'a gitmesidir.
7- Halvet der-encümen: Halk içinde de olsa, halvet hali olmalıdır.
8- Yâd kerd: Şeyhin verdiği zikri, kalb ve dil ile daima tekrarlamak.
9- Bâz geşt: Zikirle Allah'a dönüş, vuslât düşünülmelidir.
10- Nigah-daşt: Kalbi zararlı düşüncelerden korumak.
11- Yâd-daşt: Masivâyı bırakarak, sadece Allah'ı düşünmektir
Ek ibadetler
- Rabıta: Rabıta arapça "rabt" kökünden türetilmiş,sözlükte 'birleştirmek, bitiştirmek, iliştirmek ve bağlamak' anlamlarına gelmektedir. (Rabita'tul Qurra: Kur'an Hafızları Cemiyeti-Birliği)
Tasavvufta mürid'in, kendini mürşidi ile yüzyüze gelmiş varsayıp ondan feyiz aldığını (ondan metafizik anlamda güç aldığını ya da nurlandığını) zihninde canlandırması demektir.
- Hatme: Muhammed'e salavat getirilerek yapılan ve Peygamber ruhunun indiği ve hatme yapanlarla iletişime geçtiğine inanılan ibadet.
- Vird: Dil damağa yapıştırılarak belirli (ders olarak verilen) sayıda dil damaktan ayrılmadan kalben Allah denilerek nefsin durulmasını (terbiyesini) amaçlayan günlük ibadet.
- Teveccüh: Teveccüh, yönelmek demektir. Bir tasavvuf terimidir.
ŞAH-I NAKŞİBEND
Muhammed Bahauddin Şah-ı Nakşibend (K.S)
Hicri 718 yılında  Muharrem ayında dünyaya geldiler.
Asıl adı : Seyyid Muhammed Bahauddin.
Kendileri Seyyid'dir. On dördüncü babada Hz. Ali'ye (r.a) yetişir.
Doğup vefat ettikleri yer Kasr-ı Arifan denilen köy.
Evrad  Tuhfe ve Hediyye kitapları çok kıymetlidir.
Seyyid Emir Külal'e bağlanan bu tarikat zincirinden başka Şah-ı Nakşibend hazretlerinin  hacelerin hacesi  Hace Abdulhalik Gücdevani hazretlerinin yüksek ruhaniyetlerinden ettiği istifade sebebiyle de üveysidir  Nitekim kendileri şöyle anlatır:
"Cezbe hali bende kuvvetli olup  kararım kaldığı günlerde Buhara' da dolaşır  bazı büyük velilerin kabri şeriflerini ziyaret ederdim. Bir gece hangi kabre gittiysem ayak uçlarında birer kandil yanar gördüm. Fakat yağı ve fitili olduğu halde  isteksiz  sönük yanıyorlardı. Eğer fitillerin uçlan dokunma ile düzeltilirse  gayet güzel ışık verecekti. Ben ise kandilleri o halde bırakarak (Hace Mezd ahun) hazretlerinin kabrine gittim. Yüzümü kıbleye dönerek oturdum. 0 an bende bir kendimden geçme hali hasıl oldu. 0 hal esnasında öyle müşahede ettim ki  kıble tarafından yeşil örtü ile süslenmiş  gayet güzel bir kürsü göründü. 0 kürsünün etrafını büyük bir kalabalık sarmışlardı. İçlerinden ancak  Hace Muhammed Baba Semmasi Hazretlerini tanıdım. Anladım ötekiler daha önce dünyadan göçmüş haceler  bu yolun büyükleriydiler.
Sonra içlerinden birisi bana: "Bu kürsünün üzerinde Abdulhalık Gücdevani hazretleri ay gibi parlamaktadır. Etraftaki cemaat ise kendi halifeleridir  deyip birine işaret ederek  bu hace Ahmed-i Sıddık  bu hace Evliya-i Kebir  bu hace Arifi Rivegeri  bu hace Mahmud Enciriyil Fağnevi  bu hace Ali Ramitenı'dir. Hace Muhammed Baba Semmasi hazretlerini zaten tanırsın buyurdu.
Sonra Abdülhalık Gucdevani hazretleri bana teveccüh ederek  hakkımda pek büyük inayet buyurarak bir hırka ihsan eyledi ve: "Bu hırkanın kerameti vardır. Bunu giyen kimseye  inecek olan belalar  bunun bereketiyle  o kimseden kalkar" buyurdular. Bundan sonra  bu büyükler yolunda ilerlerken  başlangıçta  ortada ve sonda kullanılmakta olan kelimeleri bana anlattılar  sözlerinden biri şudur ki: "Bahaüddin! Sönük olarak yandığını görmüş olduğun kandiller senin kabiliyet ve istidadının bu yolda olduğuna işarettir. Ama istidat fitilini hareket ettirmek lazımdır. Böylece istidadın parlar  Hakkın sırlan onda zahir olur."
Diğer bir sözleri de Bahaüddin. Sana lazım ki  ayağını her halde şeriat caddesi üzere bulundurasın. Emir ve yasakta istikamet üzere olasın. Daima azimetle amel edesin. Yani haramlardan ve şüphelilerden sakındığın gibi  mubahların da fazlasından sakınasın. Sünnetlere uyup  elden geldiği kadar  bütün sünnetleri işleyesin. Ruhsatları  cevazları terk edip  bidatlerden çok sakınasın" nasihatlerinden ibaret idi.
Şah-ı Nakşibend hazretleri  ilk zamanlarındaki hallerinden bahsederek buyurmuştur ki: "Biz üç kimse idik. Hak yolunda ilerlemeye koyulduk. Ama benim himmetim  bütün masivadan yani Allah' dan başka her şeyden geçip  Hak Teala hazretlerine kavuşmak idi. Bunun için Allahü Tealanın yardımı erişerek  beni bütün masivadan kurtardı ve maksadıma kavuşturdu.
Mürşidi Seyyid Emir Külal de  gizli ve açık zikri birleştirmişti. Açık zikir başladığında  Şah-ı Nakşibend  zikir halkasından çıkarlar. Bu hal öbür müritlere ağır gelirdi. Şah-ı Nakşibend  bu kızmalara hiç aldırmaz ama  mürşidinin hizmetinden bir an bile geri durmazdı.
Seyyid Emir Külal ölüm döşeğinde. Şah-ı Nakşibend'e bağlanmalarını isteyince  müritler: "Fakat o açık zikirde bize tabi olmamış" dediler. Emir Külal hazretleri cevap verdi: "Onda gördüğünüz her şey  Allah (c.c)' ın izniyledir. Onun iradesinin dışındadır.
Ve Şah... Bu tarikatın ser tacı...
Buyurdular: "Biz; sevgiliye eriştirmeye vasıtayız  yola düşenlere gerektir ki; sonunda bizden kesilip  sevgiliye ulaşsınlar."
Buyurdular: "Bizim tarikatımız sohbettir. Halvette şöhret  şöhrette afet vardır. Hayır cemaattedir".
Şah-ı Nakşibend (K.S) buyurdu:
"-Cezbeye kapıldığım ilk zamanlardaydı. Bana bu yola nasıl giriyorsun? dendi. Benim dediğim ve dilediğim olmak şartıyla dedim. Bizim dediğimiz ve dilediğimiz olur hitabı geldi. Buna dayanamam. Benim dediğim olursa  bu yola adım atarım  yoksa bu yola giremem dedim. Bu iki kere tekrar etti. Sonra beni bıraktılar. On beş gün durgun halde kaldım. Büyük bir ümitsizliğe kapılırken  bana "Senin dilediğin olur" buyruldu. Bunun Üzerine: "Öyle bir yol istiyorum ki  ona girenlerin hepsi  Allahü Tealaya kavuşmakla şereflensin" dedim. ' Yakub-ı Çerhi (K.S) anlatır: "Buhara' nın alimlerinden yetişip  fetva vermeğe icazet aldıktan sonra  memleketime dönmeyi düşündüm. Hazreti Haceye uğrayıp  beni hatırınızdan çıkarmayın dedim ve çok yalvardım. Gideceğin zaman mı yanımıza geldin buyurdu. Hizmetinize müştakım dedim. Hangi bakımdan? buyurdu. Siz büyüklerdensiniz ve herkesin makbulüsünüz  dedim. Bu kabul şeytani olabilir  daha sağlam delilin var mı buyurdu. Sahih hadiste: "Allahü Teala bir kulunu severse  onun sevgisini kullarının kalbine düşürür" geldi dedim. Tebessüm edip: "Biz azizanız" buyurdu. Bunu duyunca birden halim değişti. Bir ay önce rüyada birisi bana: "Git  Azizanın müridi ol" demişti. Onu unutmuştum. Onlardan duyunca bu rüyayı hatırladım.
Alaüddin Attar (K.S) anlatır: "Şah-ı Nakşibend hazretleri beni kabul edince  kendilerini o kadar sevdim ki  kararım kalmadı. Sohbetlerinden ayrılamıyacak hale geldim. Bu halde iken bir gün bana dönüp: "Sen mi beni sevdin ben mi seni sevdim?" buyurdu.- "îkram sahibi zatınız  aciz hizmetçisine iltifat etmelisiniz  hizmetçiniz de sizi sevmelidir" diye cevap verdim. Bunun üzerine: "Bir müddet bekle işi anlarsın" buyurdu. Bir müddet sonra kalbimde kendilerine karşı muhabbetten eser kalmadı. 0 zaman: "Gördün mü  sevgi benden midir  senden midir?" buyurdu.
H.791 yılmda vefat ettiler.
Mübarek; uzun boylu  buğday benizli  gür sakallı  güler yüzlü idi.-----------------------------------------------------------------------------------
MEVLEVİLİK
Mevlevilik (Mevleviyye, Osmanlıca: مولويه) büyük ve ünlü sufi tarikatlarından biri. Adını kurucusu Sultan Veled'in babası ve tarikatın ilkelerini oluşturan Mevlana Celaleddin Rumi'den (Mevlana) alır.
Tarih
Mevlana bir tarikat kurmamış olsa da bunun temellerini attı. Dostlarıyla birlikte sohbet toplantıları düzenler, bu toplantılarda dini konuşmalar yapılır, müzik dinlenir , sema yapılır ve zikredilirdi. Zamanla Mevlana'nın fikirleri yayıldı ve toplantılarına katılmak isteyenlerin sayısı arttı. Bu kişilerin bazıları İran ve Arabistan gibi yabancı ülkelerden geliyorlardı. Mevlana, toplantılara düzen vermek için bazı kurallar koydu. Bu düzen, Mevlevilik tarikatı ritüellerinin kökenini oluşturacaktı.
Mevlana'nın oğlu Sultan Veled postnişin (şeyh) olduktan sonra bir tarikat merkezi (tekke) inşa edildi. Bu tekkede Kur'an ve Mesnevi okunuyor, sema yapılıyordu. Zamanla tarikat diğer illere, hatta komşu İslam ülkelerine de yayıldı. Böylece Mevlevilik en yaygın sufi tarikatlardan biri haline geldi. Mevlana'nın, yakınları ve dostlarının defnedilmiş olduğu Konya'daki Yeşilkubbe (Kubbei Hadre), tarikatın manevi merkezi halini aldı. Bugün de pek çok müslüman bu türbeyi ve yanındaki tekkeyi ziyaret etmektedir.
Mevleviliğin başlangıcında sema ayini, dervişlerin vecde gelmesiyle başlıyordu. Ulu Arif Çelebi zamanında semadan önce Kur'an ve gazeller okunmaya başladı. Sema ayini Mukabele denilen günümüzdeki şeklini 15.yy'da Pir Adil Çelebi zamanında aldı...
Ritüeller
Mevleviliğin gelişmiş bir adap ve kural sistemi vardır.. Misal , ortak tabaktan yemek yeniyorsa kaşığın bir tarafı ile yemek alınır diğer tarafı ile yemek yenir.Kaşığın ağza değen kısmının yemeğe değmemesine özen gösterilir.
Felsefe
Hâsılı Mevlânâ’nın tasavvufu, sırf mistik ve idealist bir tasavvuf olmayıp mahdut varlıktan, ferdiyetten ve ferdi ihtiraslardan tamamiyle sıyrılmak ve halka, topluluğa yayılmak sûretiyle tecelli eden ve sosyal hayatta hudutsuz bir sevgi, insanî bir görüş ve mutlak bir birlik halinde, moral sahadaysa herkesin kendisini, bir kâmile uymak suretiyle ıslâhı ve umumî olarak hayra, güzele ve iyiye doğru bir gidiş, insanî bir terbiye halinde tezahür eden ve böylece de realitede amelî karaktere sahip olan bir tasavvuftur.
MEVLANA CELALEDDİN RUMİ
Mevlânâ Celaleddin-i Belhi Rumi (Farsça:مولانا جلال الدین محمد رومی Mevlānā Celāl-ed-Dīn Muhammed Rūmī; d. 30 Eylül 1207 - ö. 17 Aralık 1273), İslam ve tasavvuf dünyasında tanınmış bir Fars[1][2](Bazı araştırmacının iddialarına göre Tacik)[3] kökenli şair, düşünce adamı ve Mevlevi yolunun öncüsüdür.
Mevlânâ bugünkü Afganistan'da bulunan Belh'te doğmuştur. Annesi, Belh Emiri Rükneddin'in kızı Mümine Hatun; babaannesi, Harzemşahlar hanedanından Türk prensesi, Melîke-i Cihan Emetullah Sultan'dır.[4] Babası, Sultânü'l-Ulemâ (Alimlerin Sultânı) unvanı ile tanınmış, Muhammed Bahâeddin Veled; büyükbabası, Ahmed Hatîbî oğlu Hüseyin Hatîbî'dir. Babasına Sultânü'l-Ulemâ (Alimlerin Sultânı) unvanının verilmesini kaynaklar Türk gelenekleri ile açıklamaktadır.[5]
Mevlânâ Celaleddin-i Rumi (Rumi adı, Anadolu'ya yerleşip orada yaşadığı için (o dönemde Anadolu'ya Diyarı-ı Rum deniliyordu); "Efendimiz" manasına gelen Mevlânâ ise, kendisine karşı duyulan büyük saygının belirtisi olarak verilmiştir), dönemin İslam kültür merkezlerinden Belh kentinde hocalık yapan ve Sultan-ül Ulema (Bilginler Sultanı) lakabıyla anılan Bahaeddin Veled'in oğludur. Mevlânâ, babası Bahaeddin Veled'in ölümünden bir yıl sonra, 1232 yılında Konya'ya gelen Seyyid Burhaneddin'in manevi terbiyesi altına girmiş ve dokuz yıl O'na hizmet etmiştir.
Yaşamı
Babasının ölümüne kadar olan dönem
Harzemşah hükümdarları Bahaeddin Veled'in halk üzerindeki etkisinden her zaman tedirgin olmuştu; çünkü o, insanlara son derece iyi davranır, ayrıca onlara her zaman anlayabilecekleri yorumlar getirir, derslerinde kesinlikle felsefe tartışmalarına girmezdi. Söylenceler, Bahaeddin Veled ile Harzemşah hükümdarı Alaeddin Muhammed Tökiş (ya da Tekiş) arasında geçen bir olaydan söz eder: Bahaeddin Veled bir gün dersinde, felsefeye ve felsefecilere şiddetle çatmış, onları İslam dininde var olmayan şeylere (bid'at) uğraşmakla suçlamıştı. Ünlü İslam felsefecisi Fahrettin Razi buna çok kızdı ve onu Muhammed Tökiş'e şikayet etti. Hükümdar, Razi'yi çok sayar ona özel olarak itibar ederdi. Razi'nin uyarıları ve halkın Bahaeddin Veled'e gösterdiği ilgi ve saygı bir araya gelince, kendi yerinden kuşkuya düşen Tökiş, Belh kentinin anahtarlarını ona gönderdi. Bu, benim yerime iktidarı sen kullan, anlamına gelen bir davranıştı. Söylendiğine göre bu davranışı "bir yerde iki sultan olmaz" diye karşılayan Bahaeddin Veled, hemen göç hazırlıklarına başladı, ailesini, kitaplarını, sadık müritlerini yanına alarak ülkeden ayrıldı (1212 ya da 1213).
Nişapur kentinde ünlü şeyh Feridüttin Attar onları karşıladı. Aralarında önemli konuşmalar geçti. Küçük Celaleddin de bu konuşmaları dinliyordu. Attar, Esrarname (Sırlar Kitabı) adlı ünlü kitabını Celaleddin'e hediye etti ve yanlarından ayrılırken küçük Celaleddin'i kastederek, yanındakilere "bir deniz bir ırmağın ardına düşmüş gidiyor" dedi. Bahaeddin Veled'e de, "umarım yakın bir gelecekte oğlunuz alem halkının gönlüne ateş verecek ve onları yakacaktır" diye bir açıklama yaptı (Mevlânâ Esrarname 'yi her zaman yanında taşımış, Mesnevi'sinde Attar'dan ve onun kıssalarından sık sık söz etmiştir).
Kafile, Bağdat'ta üç gün kaldı; sonra hac için Arabistan'a yöneldi. Hac dönüşü, Şam'dan Anadolu'ya geçti ve Erzincan, Akşehir, Larende'de (günümüzde Karaman) konakladı. Bu konaklama, yedi yıl sürdü. On sekiz yaşına gelmiş olan Celalettin, Semerkandlı Lala Şerafettin'in kızı Gevher Hatun ile evlendi. Oğulları Mehmet Bahaeddin (Sultan Veled) ile Alaeddin Mehmet, Larende'de doğdular. Selçuklu sultanı Alaeddin Keykubat, sonunda Bahaeddin Veled'i ve Celaleddin'i Konya'ya yerleşmeye razı etti. Onları yollarda karşıladı. Altınapa Medresesi'nde konuk etti. Başta hükümdar olmak üzere saray adamları, ordu ileri gelenleri, medreseliler ve halk, Bahaeddin Veled'e büyük bir saygıyla bağlanıyor, müridi oluyordu. Bahaeddin Veled 1231'de Konya'da öldü ve Selçuklu Sarayı'nda gül bahçesi denilen yere defnedildi. Hükümdar yas tutarak bir hafta tahtına oturmadı. Kırk gün, imarethanelerde onun için yemek dağıtıldı. Bu mesnevisi de böylece sona ermiş oldu
Babasının ölümünden sonraki dönem
Babasının vasiyeti, sultanın buyruğu ve Bahaeddin'in müritlerinin ısrarlı ricaları sonucu Celaleddin babasının yerine geçti. Bir yıl süreyle dersleri, vaazları ve fetvaları o verdi. Sonra, babasının öğrencilerinden Tirmizli Seyhit Burhaneddin Muhakkik ile buluştu. Tirmizli olduğu için Tirmizi diye anılan Burhaneddin, Konya'daki bu buluşmada genç Celaleddin'i o çağda geçerli olan bütün İslam bilim dallarından sınava soktu. ve gösterdiği başarıdan sonra "bilgide eşin yok; gerçekten seçkin bir ersin. Ne var ki, baban hal ehli (gönül ve ruh adamı) idi; sen kal ehlisin (söz adamı). Kal'i bırak, onun gibi hal sahibi ol. Buna çalış, ancak o zaman onun gerçek varisi olursun, ancak o zaman Güneş gibi alemi aydınlatabilirsin" dedi (Sultan Veled (Mevlânâ'nın oğlu) ünlü İbtidaname (Başlangıç Kitabı) adlı kitabında olayı böyle anlatır). Bu uyarıdan sonra, Celaleddin 9 yıl boyunca Burhaneddin Muhakkik Tirmizi'ye müritlik etti, seyr-ü sülük denen tarikat eğitiminden geçti. Halep ve Şam medreselerinde öğrenimini tamamladı, dönüşte Konya'da hocası Tirmizi'nin gözetiminde art arda üç kez çile çıkarttı, riyazete (her tür perhiz) başladı. Hocası artık Kayseri'ye dönmek istiyor, Celaleddin onu bırakmıyordu. Günün birinde Tirmizi, öğrencisinden habersiz yola çıktı ama yolda atı tökezleyip düşünce ayağı incindi. Dönüp Konya'ya geldi ve Celaleddin'e "neden beni bırakmıyorsun?" diye sordu. O da hocasına "neden gitmek istiyorsun?" dedi. Tirmizi bu soruya şu yanıtı verdi: "Buraya güçlü bir gönül aslanı yöneldi, sana gelecek. Ben de bir din aslanıyım. Biz birbirimizle geçinemeyiz, birbirimize ağır geliriz". Bu açıklamadan sonra Tirmizi, Kayseri'ye gitti ve 1241'de orada öldü. Celaleddin, Konya'ya yönelen o gönül aslanını bir süre bekledi. Ne var ki, hocasını unutamıyordu. Bütün kitaplarını ve ders notlarını topladı. Fihi-Ma Fih (Ne Varsa İçindedir) adlı yapıtındaki açıklamalarında sık sık hocasından alıntılar yaptı. Beş yıl boyunca medrese fıkıh ve dinbilim okuttu, vaiz ve irşatlarını sürdürdü.
Tebrizli Şems
1244'te Konya'nın ünlü Şeker Tacirleri (Şeker Furuşan) hanına baştan ayağa karalar giymiş bir gezgin indi: Adı Şemsettin Muhammed Tebrizi (Tebrizli Şems) idi. Yaygın inanca göre Ebubekir Selebaf adlı ümi bir şeyhin müridi idi. Gezici bir tüccar olduğunu söylüyordu. Sonradan Hacı Bektaş Veli'nin Makalat (Sözler) adlı kitabında da anlattığına göre, bir aradığı vardı. Aradığını Konya'da bulacaktı, gönlü böyle diyordu. Yolculuk ve arayış bitmişti. Ders saatinin bitiminde İplikçi Medresesin'ne doğru yola çıktı ve Mevlânâ'yı atının üstünde danişmentleriyle birlikte gelirken buldu: atın dizginlerini tutarak sordu ona: "Ey bilginler bilgini, söyle bana, Muhammed mi büyüktür, yoksa Bayezit Bistami mi?" Mevlânâ yolunu kesen bu garip yolcudan çok etkilenmiş, sorduğu sorudan ötürü şaşırmıştı: "Bu nasıl sorudur?" diye kükredi. "O ki peygamberlerin sonuncusudur; O'nun yanında Bayezit'in sözü mü olur?" Bunun üstüne Tebrizli Şems şöyle dedi: "Neden Muhammed 'kalbim paslanır da bu yüzden Rabbime günde yetmiş kez istiğfar ederim' diyor da , Bayezit 'kendimi noksan sıfatlardan uzak tutarım, bedenimin içinde Allah'tan başka varlık yok' diyor; buna ne dersin?" Bu soruyu Mevlânâ şöyle karşıladı: "Muhammed her gün yetmiş makam aşıyordu. Her makamın yüceliğine vardığında önceki makam ve mertebedeki bilgisinin yetmezliğinden istiğfar ediyordu. Oysa Bayezit ulaştığı makamın yüceliğinde doyuma ulaştı ve kendinden geçti, gücü sınırlıydı.; onun için böyle konuştu". Tebrizli Şems bu yorum karşısında "Allah, Allah" diye haykırarak onu kucakladı. Evet, aradığı O'ydu. Kaynaklar, bu buluşmanın olduğu yeri Merec-el Bahreyn (iki denizin buluştuğu nokta) diye adlandırdı.
Oradan, birlikte, Mevlânâ'nın seçkin müritlerinden Selahaddin Zerkub'un hücresine (medresedeki odası) gittiler ve halvet (iki kişilik kesin bir yalnızlık) oldular. Bu halvet süresi hayli uzun oldu (kaynaklar 40 gün ile 6 aydan söz eder). Süre ne olursa olsun, Mevlânâ'nın yaşamında bu sırada büyük bir değişme oldu ve yepyeni bir kişilik, yepyeni bir görünüm ortaya çıktı. Mevlânâ artık vaazlarını, derslerini, görevlerini, zorunluluklarını, kısaca her davranışı, her eylemi terk etmişti. Her gün okuduğu kitapları bir yana bırakmış, dostlarını, müritlerini aramaz olmuştu. Konya'nın hemen her kesiminde, bu yeni duruma karşı bir itiraz, bir isyan havası esiyordu. Kimdi bu gelen derviş? Ne istiyordu? Mevlânâ ile hayranları arasına nasıl girmiş, ona bütün görevlerini nasıl unutturmuştu. Şikayetler, ayıplamalar o dereceye vardı ki, bazıları Tebrizli Şems'i ölümle bile tehtid ettiler. Olaylar böyle üzücü bir görünüm kazanınca, bir gün canı çok sıkılan Tebrizli Şems, Mevlânâ'ya Kur'an'dan bir ayet okudu. Ayet, "işte bu, sen ile ben'in arasındaki ayrılıktır" anlamına geliyordu. Bu ayrılık gerçekleşti ve Tebrizli Şems bir gece habersizce Konya'yı terk etti (1245).
Tebrizli Şems'in gidişinden son derece etkilenen Mevlânâ kimseyi görmek istememiş, kimseyi kabul etmemiş, yemeden içmeden kesilmiş, sema meclislerinden, dost toplantılarından büsbütün ayağını çekmişti. Özlem ve aşk dolu gazeller söylüyor, gidebileceği her yere gönderdiği ulaklar aracılığıyla Tebrizli Şems'i aratıyordu. Müritlerin bazıları pişmanlık duyup Mevlânâ'dan özür dilerken, bazıları da Tebrizli Şems'e büsbütün kızıp kinlenmekteydiler. Sonunda onun Şam'da olduğu öğrenildi. Sultan Veled ve yirmi kadar arkadaşı Tebrizli Şems'i alıp getirmek üzere acele Şam'a gittiler. Mevlânâ'nın geri dönmesi için yanıp yakardığı gazelleri ona sundular. Tebrizli Şems, Sultan Veled'in ricalarını kırmadı. Konya'ya dönünce kısa süreli bir barış yaşandı; aleyhinde olanlar gelip özür dilediler. Ama Mevlânâ ile Tebrizli Şems gene eski düzenlerini sürdürdüler. Ancak bu durum pek fazla uzun sürmedi. Dervişler, Mevlânâ 'yı Tebrizli Şems'ten uzak tutmaya çalışıyorlardı. Halk da Mevlânâ'ya Tebrizli Şems geldikten sonra ders ve vaaz vermeyi bıraktığı, sema ve raksa başladığı, fıkıh bilginlerine özgü kıyafetini değiştirip Hint alacası renginde bir hırka ve bal rengi bir küllah giydiği için kızıyordu. Tebrizli Şems'e karşı birleşenler arasında bu kez Mevlânâ'nın ikinci oğlu Alaeddin Çelebi'de vardı.
Sonunda sabrı tükenen Tebrizli Şems "bu sefer öyle bir gideceğim ki, nerde olduğumu kimse bilmeyecek" deyip, 1247 yılında bir gün ortadan kayboldu (ama Eflaki onun kaybolmadığını, aralarında Mevlânâ'nın oğlu Alaeddin'in de bulunduğu bir grup tarafından öldürüldüğünü ileri sürer). Sultan Veled'in deyişine göre Mevlânâ adeta deliye dönmüştü; ama sonunda onun gene geleceğinden umudunu keserek yeniden derslerine, dostlarına, işlerine döndü. Tebrizli Şems'in türbesi Hacı Bektaş Dergahı'nda diğer Horasan Alperenlerinin yanındadır.
Mevlânâ Türbesi (Yeşil kubbe)
.,
Selahattin Zerküb
Bu dönemde Mevlânâ, Tebrizli Şems ile kendi benliğini özdeşleştirme deneyimini yaşıyordu (bu, bazı gazellerin taç beyitinde kendi adını kullanması gerekirken, Tebrizli Şems'in adını kullanmasından da anlaşılmaktadır). Aynı zamanda Mevlânâ o sırada kendine en yakın hemhal olarak (aynı hali paylaşan dost) Selahattin Zerküb'u seçmişti. Tebrizli Şems'in yokluğunu onunla gideriyor. Selahattin Zerküb, Mevlânâ'nın gözünde Şems ile özdeşleşiyordu. Selahattin, erdemli ama okuması yazması olmayan bir kuyumcuydu. Aradan kısa bir zaman geçince, bu kez müritler Tebrizli Şems yerine Selahattin'i hedef edindiler. Ne var ki bu kez Mevlânâ ve Selahattin kendilerine karşı duyulan gergin havaya pek aldırmadılar. Selahattin'in kızı Fatma Hatun ile Sultan Veled evlendirildi.
Mevlânâ ile Selahattin on yıl süreyle bir arada bulundular. Selahattin'i öldürme girişimleri oldu ve bir gün Selahattin Mevlânâ'dan "bu vücut zindanından kurtulmak için izin istediği" rivayeti yayıldı; üç gün sonra da Selahattin öldü (Aralık 1258). Selahattin'in cenazesinin ağlayarak değil, neyler ve kudümler çalınarak, sevinç ve şevk içinde kaldırılmasını vasiyet etmişti.
Hüsamettin Çelebi
Selahattin'in ölümünden sonra, yerini Hüsamettin Çelebi aldı. Hüsamettin'in babası, Konya yöresi ahilerinin reisiydi. Onun için, Hüsamettin Ahi Türk oğlu diye anılırdı. Varlıklı bir kişiydi ve Mevlânâ'ya mürit olduktan sonra bütün servetini onun müritleri için harcadı. Beraberlikleri Mevlânâ'nın ölümüne kadar on yıl sürdü. O aynı zamanda Vezir Ziyaettin tekkesinin de şeyhiydi ve böylece iki ayrı makam sahibiydi.
İslam tasavvufunun en önemli ve en büyük yapıtı olan Mesnevi-i Manevi (genellikle yalnız Mesnevi diye anılır) Hüsamettin Çelebi aracılığıyla yazılmıştır. Bir gün birlikte sohbet ederlerken Çelebi bir konudan yakındı ve "müritler", dedi, "tasavvuf yolunda bir şeyler öğrenmek için ya Hakim Senai'nin Hadika (Bahçe) adlı kitabını okuyorlar ya Attar'ın İlahiname 'sini, Mantık-ut-Tayr ını (Kuş Dili) okuyorlar. Oysa bizim de eğitici bir kitabımız olsaydı herkes bunu okuyacak ve ilahi gerçekleri ilk elden öğrenecekti." Hüsamettin Çelebi sözünü bitirirken, Mevlânâ sarığının katları arasından bükülmüş bir kâğıt uzattı genç dostuna; Mesnevi 'nin ünlü ilk 18 beyti yazılmıştı ve hoca, müridine şöyle diyordu: "Ben başladım, gerisini sen yazarsan ben söylerim."
Bu çalışma yıllar boyu sürdü. Yapıt, 25.700 beyitten oluşan 6 ciltlik bir bütündü. Tasavvuf öğretisini birbirinden çıkan ilgi çekici öyküler aracılığıyla anlatıyor, olayları yorumlarken tasavvuf ilkelerini açıklıyordu. Mesnevi bittiği zaman artık epeyce yaşlanmış olan Mevlânâ yorgun düşmüş, ayrıca sağlığı da bozulmuştu. 17 Aralık 1273'te de öldü. Mevlana'nın öldüğü gün olan 17 Aralık, düğün gecesi anlamına gelen ve sevgilisi olan rabbine kavuşma günü olduğu için Şeb-i Arûs olarak anılır.
İlk eşi Gevher Hatun ölünce, Mevlânâ Konya'da ikinci kez Gera Hatun ile evlenmiş ve ondan Muzafferettin Alim Çelebi adında bir oğlu ve Fatma Melike Hatun adında bir kızı olmuştu. Mevlânâ'nın soyundan gelen Çelebiler, genellikle Sultan Veled'in oğlu Feridun Ulu Arif Çelebi'nin torunlarıdır; Melike Hatun torunlarıysa Mevleviler arasında İnas Çelebi olarak anılır.
Felsefesi
Mevlânâ, İslam dinini, şiir, sanat, raks, müzik yoluyla en ince yorumlayan kişidir. Bu yorum, İslam ve İslam dışı bütün insanlık tarafından benimsenmiş, esin kaynağı olmuştur. İngiliz doğubilimcisi A.J. Arberry, Mevlânâ'yı "dünyanın en büyük ozanı" olarak nitelerken, Goethe onun etkisinde kalmış, Rembrandt tablosunu yapmış, Muhammed İkbal felsefesini onun düşünceleri üstüne kurmuş, İngiliz doğubilimcisi Nicholson 30 yıl çalışarak Mesnevi yi İngilizceye çevirmiş ve yapıtın Batı dünyasından tanınmasını sağlamıştır. Mevlânâ yüzyıllardır etkisini, canlılığını yitirmeyen bir büyük ozan ve düşünce adamı niteliğini korumaktadır. Kişi, inanç ve düşünce özgürlüğüne olağanüstü bir değer vermesi, bütün insanları (suçlu-suçsuz, mecusi-putperest, kara-sarı, efendi-köle) saygıya ve sevgiye çağırması onun en büyük özelliğidir.
Mevlânâ tam bir vahdet-i vücud (Varlık birliği) savunucusudur. Ona göre, her varlık Hak'kın bir ayrı tecellisidir ve yaradılmışlara uygulanan her eylem aslında Yaratan'a uygulanıyor demektir. Onun için, soyut bir Allah sevgisi yerine, somut bir sevgi, yani Hak'kı halkta ve halkı Hak'ta sevmek gerekir.
Mevlânâ biçimci değildi, her türlü kısıtlamanın karşısındaydı. Edep, vefa, sabır, eğitim gibi ahlak kavramlarının gerçek anlamını aramayı ve insanlara bunu öğretmeyi iş edinmişti. Ona göre, asıl konu "insan"dı. Din, felsefe, ahlak, insanı daha mutlu etme yolunda gelişen araçlardı. Bu araçlara takılıp kalmak, gelişmeyi ve gelişme hızını kesecek yanlış davranışlardı. Doğru olan, gerçeğe giden yolu bulmaktı ve bu yol, "aşk" tan geçerdi: Sonsuz bir sevgi. Bu sevgi hoşgörü ve vefa kavramlarıyla desteklenecek, beslenecekti.
Mevlânâ için, sözünü ettiği bu aşk anlatılmaz, yaşanır; yaşayarak öğrenilirdi. Bu nedenle, bir gün kendisine "aşk nedir efendim" diye soran bir öğrencisine "Ben ol da bil" yanıtını verdi.
Mevlânâ'nın ilkelerinden ve İslam inancına getirdiği yorumdan Mevlevi tarikatı doğdu ama Mevlânâ bir tarikat kurucusu değildir. Mevlevilik onun ölümünden sonra oğlu Sultan Veled ile halifesi Hüsamettin Çelebi'nin birlikte hazırladıkları bir örgütlenmeye göre kurulmuştur.
2007 UNESCO Dünya Mevlana Yılı
Mevlânâ'nın 800.doğum yılı olan 2007 UNESCO tarafından dünya Mevlânâ yılı ilan edilmiştir. Bu karar Mozart yılı olan 2006'nın mart ayında alınmıştır.
Eserleri
------------------------------------------------------------------------------------------------
HALVETİLİK
Halvet
Arapça bir kelime olan halvet, tenha, tenhaya çekilme, yalnızlık ve yalnız kalma anlamlarına gelir. Halvet etmek, istenilen tenha ve her şeyden boş bir mahalde, zihne takılan ve takılacak olan şeylerden kurtularak feragat köşesini her şeye tercih etmektir. Bir başka ifade ile büsbütün yalnız durmak, biri ile tenhaca konuşmak üzere yalnız kalıp kimseyi içeri almamaktır. Halvete girmek, ibadet, zikir, riyazet ve murakabe ile meşgul olmak üzere yalnız başına tenha bir odaya, tekkelerde halvethane denilen bir hücreye, kapanmaktır. Halvete çekilmek, tenha bir yerde yalnız başına oturmaktır.
Halk arasında kırk günlük halvet eğitimine çile de denir. Bilindiği gibi "Çile" sözü, Farsça'daki çihil (kırk) kelimesinden alınmıştır. Bu deyim zamanla zorluk ve ızdırabı göğüslemek anlamında "Çile doldurmak" ya da "Çile çekmek" şeklinde kullanılmış; tekkelerdeki halvethanelere çilehane de denilmiştir.
Tasavvufî bir ıstılah olarak halvet, Hak ile gizli konuşmak şeklinde tanımlanabilir. Sofiyyede halvet ise, şeyhin emir ve tensibi ile müridin karanlık ve dar bir hücreye çekilip ibâdet, riyazet, murakabe, zikir ve fikirle vakit geçirmesi yerinde kullanılan bir tabirdir. Bununla birlikte tekkelerde halvet, genellikle kırk gün sürdüğü için buna "erbain çıkarmak" da denir.
"Halvet birdir; nev'i namütenahidir. Aslında kâinat bir halvethane-i Hak'tır ve dünyaya gelen insanların hepsi ve var olan eşyanın tamamı birer halvetçidir. İnsanlar, isteseler de istemeseler de bu halvethanede eğitim görürler. Bu eğitimin dışında kalmak mümkün değildir. Kabullenmek, hoş karşılamak, kişiye huzur verir. İtiraz etmek, işe yaramaz ve kişi ancak kendini yorar."
Halvet, rivayete ve tarihlere geçmiş olan malûmata göre Hz. Musa (a.s.)' dan kalmıştır. Filhakika Hz. Musa (a.s.), Medyen' de Hz. Şuayb (a.s.)' ın yanında kaldığı müddetçe muhtelif çileler çekmiştir. (Pakalın, M.Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, C.1 S.713)
Halvetin menşei, çok daha eski tarihlere isnat edilebilir.
Halvet, "Turuk-ı âliyye" de yer alan bütün tarikatlarda görülür.
Gönül sarayının bir tek sultanı vardır. Allah (c.c.)...
"Turuk-ı Halvetiyye'de halvete girme müridin arzusu ve mürşid-i kâmilin himmetiyle olur. Asırlardır devam eden uygulamalarda üç çeşit halvete girme söz konusudur ve bunlar şöyle sıralanabilir:
Erbain, nısıf, urûb.
Erbain, bilindiği gibi kırk anlamına gelen Arapça bir sözcüktür. Dolayısıyla kırk gün için halvete girene "Erbaine girdi" ifadesi de buradan gelir. Genelde erbaine girme, asırlardır tekkelerde şöyle olagelmiştir:
Ramazandan on gün önce halvete girilir ve otuz gün ramazan boyunca halvet devam eder. Bu müddet içinde derviş, zaruri haller haricinde dışarı çıkmaz. Dışarı çıktığında hemen geri döner. Derviş, gece gündüz ibadet, tezekkür, tefekkür ve riyazatla meşgul olur. Böylece kırk gün tamamlanır.
Halvete ramazan öncesi giren sâlik, oruca ramazandan on gün önce başlar. On gün nafile oruç ve otuz gün ramazan orucuyla erbaini tamamlar. Bayram sabahı ihvan-ı kiram toplanır. Erbaini tamamlayan derviş, mürşid-i kâmilin huzurunda ilâhîlerle, dualarla ve kendine has geleneksel merasimleriyle yüzü peçeli bir halde çıkarılır. Diğer tarikat mensuplarının katılımıyla da büyük bir coşku, manevi haz ve zevkler yaşanır. Çok derûnî ve suzîşli bir merasim olur.(Halveti Dervişi halvetten çıkarken o şehirdeki diğer tarikat mensupları da merasime davet edilir.)
Tekkelerde erbaine, genellikle bu şekilde olmakla beraber bu halvete senenin başka aylarında da girilir.
Halvete girenin bir günlük nafakası, bir bardak bal şerbeti ya da başka bir şerbet ve yaklaşık elli gram ağırlığında bir yufkadır.
Diğer nısıf ve urûb halvetlerine gelince:
Nısıf halvet yirmi gün, urûb halvet on gündür. Bunlar senenin herhangi bir ayında gerçekleşebilir.
Bir mürşid-i kâmil, dergâhında çok sayıda dervişi halvete sokabilir. Halvete koyduklarının bütün masraflarını şeyh efendi karşılar. Dergâhın diğer bütün giderleri, yine şeyh efendi tarafından tedarik edilir. Bunun dışında bazı tekkelerin masrafları, Osmanlı döneminde padişahlar tarafından verilen maaşlarla karşılanırdı. Bunlara da zaviye adı verilirdi.
Bunun içindir ki; "Turuk-ı Halvetiyye ve Halvetiyye-Şabaniyye" de devam eden teamül şudur:
Dergâhın masrafları için aciz kalmasın diye irşat görevi fukaraya verilmediği gibi onların ekonomik durumları, vasatın altına düşmez. Çok zengin olanları da vardır."
Halvetîlik
Turuk-ı 'aliyye, insanları meşrep, mizaç, neş'e ve mesleklerinde hakim olan özellikleri dikkate alır ve bu özellikleri edeb-i Muhammedîye sınırları içinde makûl yönlere kanalize ederek insanın kendinde gizli olan istidadı ortaya çıkarıp kendi öz varlığından haberdâr olmasını sağlamak gayesini güder.
İşte tarikatlar, bu gayenin ışığında zahirin ve bâtının sultanı hâtemü'l enbiyâ Hz. Peygamber (s.a.v.)' in iki neş'esi üzerine kurulmuş olup, Hz. Ali ve Hz. Ebû Bekir (r. Anhümâ)' den Cehri ve Hafi olmak üzere iki koldan yayılmıştır. Zamanla keyfiyyet ve kemiyyet itibarıyla bu tarikatlar gelişip genişleyince kollara hatta şubelere ayrılmıştır.
Bunlar arasında Mevlevîlik gibi hakim nitelik olarak belirli zümrelere, daha ziyâde üst tabaka mensûplanna ve musikişinaslara, Nakşîlik gibi ilimle meşgul olan ilmiyye ve hâcegân (hoca) sınıfına hitap eden tarikatlar görüldüğü gibi toplumun farklı karakterlerine sahip muhtelif zümrelerini aynı anda terbiye altına alma özelliğini taşıyanlar da olmuştur.
Her sınıftan insanlara hitap eden ve mensuptan arasında çeşitli meslek sahiplerinin görüldüğü bu tarikat, bu gönül ocağı Halvetîlik' tir.
Halvetîlik, Türk insanını ve toplumunu en fazla etkileyen tarikatlardan biri, belki de birincisidir. Buna bir örnek vermek gerekirse Osmanlı'nın Yükseliş Devri padişahları başta olmak üzere politika, edebiyat, ilim ve sanat dünyasının birçok ünlülerinin ya doğrudan ya da dolayısıyla Halvetîlik'ten feyz aldıklan bilinmektedir.
PİR ŞABAN-I VELİ
Pir Şaban-ı Velî Hazretleri
Pir Şaban-ı Velî Hazretleri (k.s.), Kastamonu'nun Taşköprü ilçesinin Gökçeağaç Bucağına bağlı Çakırçayı Köyü'nün Cimdâr Mahallesi'nde dünyaya geldi.Hz. Pir'in doğum tarihi hakkında kesin bilgilerimiz olmamakla birlikte müze kayıtlarında M. 1497 tarihine rastlanmıştır. Ancak bu bilginin yanındaki notta bu tarihin kesin olmadığı ifade edilmiştir. Sefine-i Evliya'da ise doğum tarihinin M. 1499 yılına kaydedilmesi Pir'in 1490'lı yıllarda dünyaya gelmiş olabileceğini gösterir.
Hz. Pir Şaban-ı Velî (k.s.), henüz dünyaya gelmeden babasını kaybettiği için yetim, üç yaşlarında iken annesi vefat ettiğinden öksüz kalır. Daha sonraki hayatı, hayırsever bir hanımın yanında geçer. Bu hanım, Şaban Efendi'yi, manevi evlâtlığa kabul etmekle birlikte tahsilini yapmasında maddi ve manevi yardımlarını esirgemez. Hatta tahsilini tamamlaması için İstanbul'a gönderir.
Hz. Pir, ilk tahsilini Taşköprü'de yapar. Aklî ve naklî ilimleri özellikle Kuran, hadis, tefsir ilimlerinde bilgilerini derinleştirmek için Kastamonu'ya gelir. Ancak memleketindeki tahsille yetinmeyerek ilim ve fazilet diyarı olan İstanbul'a gider ve
tahsilini İstanbul Fatih Medreseleri'nde tamamlar. Öğrenim yıllarında güzel ahlâkı, ağırbaşlılığı ve çalışkanlığı ile hocalarının teveccühüne mazhar olur.
Şaban Efendi (k.s.), zahiri ilimlerle tatmin olmaz ve irfan yolunda kendini irşat edecek bir mürşid-i kâmil aramaya başlar. İstanbul'daki bazı şeyhlere halini arz etmesine rağmen gönlü bir türlü bunlara meyletmeyerek arayış içinde ilahî hidayeti gözlemek yolunu tutar. Bu arada Fatih Medreseleri'nden icazetnamesini de alır. Hocalarının medresede müderris olarak kalma teklifine karşılık, kararını vermek için müddet ister.
O gece istiharesinde bir sesle: "Sılaya dön, sana kurtuluş oradadır!" diye emir verilir. Memleketine dönmek için manen işaret alan Şaban Efendi, hocalarıyla helâlleşerek bir arkadaşıyla birlikte Bolu üzerinden Kastamonu'ya gitmek üzere yola çıkar. Sılaya giderken yol üzerinde bulunan adını ve methini duyduğu Hayreddin Tokadî Hazretleri'ni ziyaret etmek ister.
Hz. Pir Şaban-ı Velî (k.s.), Tokadî Hazretleri hakkında bazı bilgiler edinmiştir. Bolu'ya yaklaştığı zaman Bolu'dan İstanbul yoluna doğru gitmekte olan iki derviş görür. Karşılaştıktan dervişler:
- Azizimiz Hayreddin-i Tokadî Hazretleri: "Kastamonulu Şaban Efendi, İstanbul'dan dönüyor, onu alın dergâha getirin," buyurdu. Biz, İstanbul'dan gelen Kastamonulu Şaban Efendi'yi bekliyoruz, derler.
Bunun üzerine Pir Şaban-ı Velî Hazretleri:
-Kastamonulu Şaban benim, der ve iki dervişle Hayreddin-i Tokadî Hazretleri' nin dergâhına gitmek üzere yola koyulur.
Akşam üstü Tokadî Hazretleri'nin huzuruna varırlar. Yatsı namazlarını tekkede kıldıktan sonra oradaki zikir halkasına katılırlar. Zikir biter, dua ve niyazlarda bulunulur. Ancak Şaban Efendi, bir türlü kendinde kalkacak derman bulamaz. Üç gün bu böyle devam eder ve onlar üç gün dergâhta misafir kalırlar. Üçüncü gün Pir Şaban-ı Velî Hazretleri'nin arkadaşı:
-Üç gündür burada kaldık. Artık destur isteyelim, deyince
Pir Şaban-ı Velî Hazretleri, gözlerinde biriken yaşlan silerek:
-Kardeşim! Onlar, bir zincir-i taifedir. Âşıklar kendi taraflarına ve silsilelerine çekerler. Onların cezbeleri galip geldi. Var, sen güle güle git. Bana burada kalmak göründü, deyip arkadaşını uğurlar.
Tokadî'nin dergâhında kalan Hz. Pir Şaban-ı Velî, Hayreddin-i Tokadî Hazretleri'ne bîat eder. Tam on iki sene Tokadî Hazretleri'nin rahle-i irşadında kalır ve canla, gönülle hizmete talip olur. Nefsini ve ruhunu mürşidi yoluna adar. Sonunda mazhar-ı hilâfet olur. Hayreddin Tokadî Hazretleri, hilâfet duasını yaptıktan sonra ona icazet vererek:
-Sana hilâfet verildi, memleketine dön! İrşat soframızı orada kurarak âşık ve sadıkları irşat edip tarikatı neşrediniz, buyurur.
Şeyhi Tokadî Hazretleri'nin emriyle Pir Şaban-ı Velî Hazretleri, Bolu'dan Kastamonu'ya gitmek üzere yola çıkar. Ancak yolda gönlünden: "Kastamonu'ya gitmesine gideceğim, ama halk benden keramet bekleyecektir. Velîlerden keramet beklemek, insanın fıtratında vardır, oysa ben, kendimde böyle bir varlık ve bir güç göremiyorum," diye geçirir. Sonra arkadaşına :
-Ben, Bolu'ya azizimin yanına geri döneceğim, Kastamonu'ya azizim için gidiyordum, der.
Arkadaşı:
-Şaban Efendi, sana şunu söyleyeceğim: 'Senin şeyhin Tokadî Hazretleri'nden şüphen var mı? Madem ki, sana irşat görevi verdi, demek ki sen de o yeteneği gördü,' der.
Bu sözün üzerine Pir Şaban-ı Velî Hazretleri:
-O, ne demektir? Benim şeyhim, 'Sultanlar Sultanı' dır. Benim bu konuda ne şüphem olabilir ki? diye cevap verir.
Arkadaşı:
- Peki, öyleyse Kastamonu'ya gitmekte niye tereddüt ediyorsun? Hazret neyi buyurmuşsa sen onu yap, diye arkadaşının lisanından Hayreddin Tokadî Hazretleri konuşur.
Hal böyle olunca Pir Şaban-ı Velî Hazretleri, yoluna devam eder ve 1530 yıllarında Kastamonu'ya varır.
Hz. Pir'in şehre gelişi hakkında pek çok rivayetler söylenir. Bunlardan biri şöyle anlatılır:
O zamanlar Kastamonu'da Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri'nin soyundan İsa Dede vardı. Onun ermişliği halkın dilinde gezerdi. Bir gün İsa Dede, dervişleriyle otururken başını uzaklara doğru kaldırıp:
-Canlar! Bolu yöresinden bir kâmil boyacı geliyor. Varın karşı çıkın, ağırlayın onu, der.
Dervişler, yola düzülürler. Derbent adlı yere kadar yürürler. Ancak ortalıkta bir can göremezler. Az sonra uzaktan yavaş yavaş kendilerine doğru gelen bir hayâl belirir. Yaklaşınca fark ederler. İçlerinden biri Hz. Pir'i yeninden tutar.
-Selâmünaleyküm! Nereden gelip nereye gidiyorsunuz? der.
Hz. Pir:
-Hak'tan geldik Hakk'a gideriz, buyurur.
Kalabalık onun Şaban Efendi olduğunu anlayamaz. İsa Dede'nin söylediği kâmil boyacı bu değil, diyerek geri dönerler.
Bir rivayete göre: Pir Şaban-ı Velî Hazretleri, şehre yakın bir yerde bulunan içi boşalmış bir çınarın gövdesinde halvete girer. Burada ibadet ve taatla meşgul olur.
Aradan üç beş gün geçer. Dervişler, bekledikleri İsa Dede'nin bahsettiği kendilerini irşat edecek o kâmilin, o büyük insanın konuştukları halde tanıyamadıkları yolcu
olduğunu anlarlar. Bir grup Kastamonu'lu, tekrar o yere dönerek çınarın dibine gelir:
-Efendim, biz burada sizin hasretinizle yanıp tutuşuyoruz. Gelin artık, diyerek Şaban Efendi'yi çağırırlar.
Şaban Efendi, davete uyarak halvete girdiği ağacın gövdesinden çıkar ve kendisini çağıranlarla beraber yürümeye başlar.
İşte o zaman günlerce bu seçilmiş insanı bağrında barındıran ağacın ondan ayrılmaya dayanamayarak ardınca gelmekte olduğu görülür. Bu hali görenler, büyük bir heyecan ve hayret içinde kalırlar. Böyle bir durumla karşı karşıya kalan Şaban Efendi de başını hafifçe geriye çevirerek :
-Esrarımızı seninle paylaştıksa sırrımızı faş et, demedik diyerek ağacı durdurur.
Velhasılı pek çok rivayet olmakla beraber bunlar, aklın maverası yani aklın ötesidir. Keramat-ı ilahiyyedir.
Pir Şaban-ı Velî Hazretleri, Kastamonu'ya gelişinin ilk zamanları, Seyyid Sünnetî Mescidi yakınlarındaki Cemaleddin Cami avlusuna iner. Bir süre burada münzevî bir hayat geçirir. Seyyid Sünnetî Mescidi'nde bulunan halvethanelerin birinde erbaine niyet eder ve erbaini tamamlar. Onun kemalatının farkına varan halk, Hz. Pir'in sohbetlerine iştirak eder. Ancak o tarihlerde mescidin şehrin dışında bulunması nedeniyle Şaban Efendi'yi Honsalar Mahallesi'ndeki Honsalar Cami'ne davet ederler. Şaban Efendi, bu camide va'z ve nasihat ve irşat ile meşgul olur. Daha sonra çıkan yangında Honsalar Cami yanar. Camiyi yeniden yaptırmak isteyen dervişlere Şaban Efendi izin vermeyerek: 'Bu yanıkta bir hikmet vardır,' buyurur.
Yangının ardından Şaban Efendi, Hisarardı Seyyid Sünnetî Mescidi'ne yakın bir eve taşınır ve irşat görevini Seyyid Sünneti Hazretleri'nin yaptırdığı dergâhta devam eder. Pir Şaban-ı Velî Hazretleri'nin irşadı o dereceyi bulur ki, dâr-ı bekaya erinceye kadar üç yüz atmış halife yetiştirir.
Hz. Pir (k.s.), M. 1569 yılında Hakk'a yürür. Kendi dergâhının bahçesine defn edilir. Şu anda Hz. Pir Külliyesi içinde medfundur. Kabr-i şerifleri, çok müzeyyen olmakla beraber kabrinin etrafında kendinden sonra gelen, ondan fazla azizanın kabirleri, aynı kubbe altındadır.
Şaban Efendi (k.s.) kısa sürede Kastamonu halkı tarafından gerek İstanbul medreselerindeki ilm-i zahiriyle gerek tahsilinden sonraki Hayreddin Tokadî Hazretleri'nin yanında gördüğü manevi eğitim ve terbiyenin sonucu safiyete erişmiştir. Yüzlerce derviş kendisinden feyz almıştır.
Hz. Pir hakkında pek çok kitaplar yazılmıştır. Duyulmasını istemediği hâl ve keramatı, birçok kişi tarafından zahir olmuştur. Bunlardan biri, şöyle anlatılır :
Kastamonu'ya varınca bir dergâh açmış, halktan birisi gelip
-Sen ne iş görürsün, demiş?
Pir Şaban-ı Velî Hazretleri:
-Kalp kalaylarım, diye buyurmuş.
Vatandaş, onu kap kalaylarım diye anlamış ve evine gidip bir çuval bakır kap getirerek:
-Şunları kalaylayıver, demiş.
Pir Şaban-ı Velî Hazretleri:
-Biz kalp dedik, ama sen kap anlamışsın. Neyse zahmet etmişsin, getirmişsin. O işi de görüverelim. Yarın gel, al demiş. Ertesi günü çuvalın ağzı bile açılmadığı halde çuvalın içindeki kapların pırıl pırıl olduğu görülmüş.
Allah'ın âşık ve sâdık gönül dostlarından biri olan Pir Şaban-ı Velî Hazretleri (k.s.) hakkında gerek halifeleri gerek dervişleri arasında yıllarca pek çok methiyeler söylenmiş ve yazılmıştır. Bu güzel ve samimi methiyelerden bazıları şunlardır:
Limaallah" sırrının sultânı Şa'bân-ı Velî
Semme vech" in gevher-i bürhân-ı Şa'bân-ı Velî
Lâmekân-ı bî-nişânın rahının hem rehberi
Bahr-ı lâhuta beka ummanı Şa'bân-ı Velî
Levhâ-i dil mücellâ nûr-ı irşadı bugün
Mekteb-i kenz-i maarif irfanı Şa'bân-ı Velî
Âlem-i kudsî hakikât rahının seyrângehi
Arş u ferş u kürsinin seyrânı Şa'bân-ı Velî
Menbâ-ı nûr-ı hüviyyet mahzen-i esrâr-ı Hû
Merci'-i erbâb-ı aşkın hânı Şa'bân-ı Velî
Meşhed-i nûr-ı velayet mehdi-i Hakk'dır bi'l yakîn
Bahr-ı imkân-ı vücûdun devrânı Şa'bân-ı Velî
Şevkıyâ vahdet-nişîn zâhir-i kesrete
Evliyâ-i kümmelin insânı Şa'bân-ı Velî
İbrahim ŞEVKİ
( Hz. Pîr'in on ikinci halifelerinden
Bolulu İbrahim Şevki Efendi "dir.)
Server-i ehl-i tarîk Hazret-i Şa'bân-ı Velî
Sâlik-i râha hakîk Hazret-i Şa'bân-ı Velî
Hâl ü kâlinde onun bûy-ı hakikat vardır
Cümle uşşâka şefik Hazret-i Şa'bân-ı Velî
Misl-i hurşid tulû' etti cihâna ol Pîr
Bahr-i envâra garîk Hazret-i Şa'bân-ı Velî
Halveti bağına bir bülbül-i revnak-efzâ
Meslek-i feyzi vesîk Hazret-i Şa'bân-ı Velî
Âşık-ı sâdık-ı cânân-ı hakîkidir ki
Fikr-i irfanı amîk Hazret-i Şa'bân-ı Velî
Dahil-i zümre-i pîrân-ı izam olmuştur
Hakk Teâlâ'ya sâdık Hazret-i Şa'bân-ı Velî
Evliya rehberidir hem urefânın mahzeni
Pîr ü bürhân-ı tarîk Hazret-i Şa'bân-ı Velî
Bülbül-i bağ-ı edeb mefhar-i erbâb-ı erib
Hiss-i âlîsi refik Hazret-i Şa'bân-ı Velî
Mazhar-ı fevz-i fütûh zât-ı şerifi memdûh
Âşıka feyz-i refik Hazret-i Şa'bân-ı Velî
Sensin ummân-ı kerem bülbül-i gülzâr-ı İrem
Remz-i akvâli dakîk Hazret-i Şa'bân-ı Velî
Ol Hüdâ aşkına Vassâf'ına bezi et keremi
Ey müridâna şefik Hazret-i Şa'bân-ı Velî
Hüseyin VASSAF
Seher vaktinin yeliyiz
Sırr-ı hakikat diliyiz
Mecnûn'a Leyla eliyiz
Biz Şa'bânî bülbülüyüz
Vahdet bağının gülüyüz
Bize gelen irfan olur
Hayvan iken insân olur
Sırr-ı cana canan olur
Biz Şa'bânî bülbülüyüz
Vahdet bağının gülüyüz
Yaktık aşka can u teni
Komadık dilde gümânı
Hakk'tır bugün dil mihmânı
Büyük edebiyatçılarımızdan Süleyman Nazif, Hz. Pir için :
"Huzûr-ı Pîr'e yüz sür i'tilâ isterse vicdanın" diyerek övgüde bulunmuştur.
Bugün Hz. Pir'in külliyesi, çok müzeyyen ve bakımlıdır. On iki ay uzaktan yakından ziyaretçisi eksik olmaz. Külliyenin cami, faal bir durumda olup beş vakit namaz kılınmaktadır. Caminin içinde iki tane halvet vardır. Birincisi, kapıdan girince soldadır ve bu halvete "Kanlı halvet" ismi verilir. Bu ismin veriliş sebebi bu yolun büyükleri tarafından şöyle izah edilmiştir:
Yetişen halifeler, bu halvete girerler. Girmeden önce camin görevlilerine cenaze kaldırmak için bir miktar para verirler. Sonra kanlı halvete girerler. Kanlı halvetteki dervişlerin vücudundan hatta tüylerinin dibinden kan çıkarmış.
Kanlı halvetten sağ çıkanlar, gerçek mürşid-i kâmillerdir. Çıkamayanlar olur ise, görevlilere verdikleri para dervişin cenaze masraflarında kullanılırmış.
gvİkinci halvet, cami'ye girince sağdaki taraftadır. Orası Hz. Pîr'in kendi, halvetidir. Bugün bu halvetin kapısı üzerinde bulunan levhada Hz. Pîr'in şu sözü yazılıdır:
Âşıkânın Kâ'be'sidir bu makam
Kim ki nakıs gelse bunda olur tamâm
Hz. Pir'in "halvet" hakkında şu hikâyeyi anlattığı rivayet edilir:
Bir gün Hz. Pir'e sorarlar:
-Bu bir bardak şerbet ve bir yufka size yetiyor mu, dediklerin de Hz. Pir:
-Farelerle beraber idare ediyoruz, buyurur.
Cami-i şerifin ikinci ve üçüncü katında dervişlerin çok sayıda halvethaneleri mevcut olup halen ziyaret edilmektedir.
Halvetiyye tarikatının yirmi dokuzuncu sırasında yer alan, Seyit Yahya Şirvani hazretlerinin kelimeleriyle, "Pir-i Sakaleyn Kutbu'l Alemü'l Fiddareyn Bilâ Niza es Sultan eş Şeyh Şaban-ı Velî ( k.s.) Kastamonî" hazretlerinden sonra devam
eden silsile şu şekildedir:
29.Eş Şeyh Şa'bân-ı Velî Hazretleri
30.Eş Şeyh Ömerü'l Fuâdî Kastamonî
31.Eş Şeyh İsmail Kudsî Çorumî
32.Eş Şeyh Mustafa Muslihiddîn
33.Eş Şeyh Ali Atvel Karabaş-ı Velî (Karabaşiyye Şubesi)
34.Eş Şeyh Muhammed Nasûhî Üsküdarî
35.Eş Şeyh Abdullah Rüşdi Mudumuvî
36.Eş Şeyh Hacı Mehmed Zoravî
37.Eş Şeyh es Seyyid Mustafa Çerkeşî (Şa'bâniyye kolunun pîr-i sânî ve
Çerkeşiyye Şubesi)
38.Eş Şeyh Hacı Halil Geredevî
39.Eş Şeyh Salih Efendi Kütahyevî
40.Eş Şeyh Hacı Osman Efendi ( Söğütlü )
41.Eş Şeyh İsmail Hakkı Efendi ( Çaltılı)
42.Eş Şeyh Sâdık Efendi (Eskişehirli)
43.Eş Şeyh Hacı Hafız Ali Rıza Efendi ( Uşaklı)
44.Eş Şeyh Hoca Mustafa Efendi ( Uşaklı)
45.Eş Şeyh Hoca Hafız Mehmet Dumlu Kütahyevî
---------------------------------------------------------------------------------------------------
CERRAHİLİK
Cerrahilik (Cerrahiyye, Osmanlıca: جراحى ) bir sufi tarikatı, Halvetiliğin kolu olan Ramazaniliğin şubesi. Cerrahilik adını kurucusu olan Nureddin Muhammed ibni Abdullah er-Rumi el-İstanbuli el-Cerrahi'den alır. 17. yy'ın sonlarında kurulmuş olan Cerrahilik, eski İstanbul'un en yaygın tarikatlarından biriydi.
Cerrahilik kuruluşundan itibaren İstanbul'da büyük ilgi toplamıştır. Pek çok ilerigelen bu tarikata katıldığı gibi, ilk tekkeyi bizzat padişah III. Ahmet kendi parasıyla yaptırmıştır. Padişahlar III. Ahmet, III. Mustafa, II. Mahmut ve Abdülmecit Cerrahilik tarikatine mensuptu.
Eski Cerrahi tekkeleri
30 Kasım 1925 tarihli Tekke ve Zaviyelerin Kapatılmasına Dair Kanun yürürlüğe girdiğinde, İstanbul'da bulunan Cerrahi tekkeleri şunlardı:
- Arif Dede Tekkesi, Üsküdar, Mehmed Ağa Camii
- Çaylakzade Tekkesi, Nuruosmaniye
- Halil Nizameddin Tekkesi, Edirnekapı, Acıçeşme
- İplikçi Tekkesi, Otlukçu Yokuşu
- Karabaş Tekkesi, Rumelihisarı
- Karagöz Tekkesi, Silivrikapı
- Nurettin Cerrahi Tekkesi, Karagümrük (Asitene)
- Sertarikzade Tekkesi, Eyüp Nişancası
- Sertarikzade Tekkesi, Fatih, Kumrulu Mescit yanı
- Şeyh Ali Tekkesi, Otlakçılar
- Tameşvar Tekkesi, Eyüp
- Yağcızade (Balaban) Tekkesi, Üsküdar, Balaban İskelesi
- Yesarizade (Ordu Şeyhi) Tekkesi, Sofular
- Yıldız Dede Tekkesi, Bahçekapı, Yıldız Hamamı yanı
Cerrahi şeyhleri
Cerrahi tarikatının postnişinleri şunlardır:
- Nureddin Cerrahi (1678-1720)
- Süleyman Veliyüddin Efendi (1673-1745)
- Mehmet Hüsameddin Efendi (1675- 1754)
- Sertarikzade Mehmet Emin Efendi (1686-1758)
- Seyyid Abdülaziz Efendi (1700-1760)
- Yahya Şerafeddin Efendi (1650-1770)
- Abduşşekur Efendi (1686-1773)
- İbrahim Efendi (1697-1779)
- Morevi Mehmet Emin Efendi (1730-1794)
- Abdurrahman Hilmi Efendi (1688-1800)
- Mehmet Sadık Efendi (1738-1800)
- Hazfız Mustafa Efendi (1715-1804)
- Kadı Mehmet Efendi (1742-1805)
- Mehmet Arif Dede (1747-1822)
- Abdülaziz Zihni Efendi (1798-1853)
- Yahya Galip Hayati Efendi (1832-1897)
- Mehmet Rıza Yaşar Efendi (1845-1912)
- İbrahim Fahreddin Şevki Efendi (1886-1966)
- Muzaffer Ozak (1916-1985)
- Sefer Dal (1926-1999)
PİR MUHAMMED NUREDDİN CERRAHİ
1671 (H.1082) senesi Rebîülevvel ayının on ikinci gecesi, Cerrah Mehmed Paşa Câmiinin karşısındaki Yağcızâde konağında doğdu. İsmi Muhammed olup, babasınınki Abdullah'tır. Babası, Sultan Dördüncü Mehmed Hanın Mîrâhûr ağalığından emekliye ayrılmıştı. Nûreddîn Cerrâhî'nin soyu, Ebû Ubeyde bin Cerrâh'a ulaştığı için, Cerrâhî denilmiştir. Cerrahpaşalı olduğu için böyle denildiği de söylenmiştir. Çoğunluk birinci rivâyette ittifak etmişlerdir. Nûreddîn Cerrâhî, daha küçük yaşta Kur'ân-ı kerîmi, Cerrahpaşa mektebinde öğrendi. Kur'ân-ı kerîm hocası Yûsuf Efendidir. Tahsîlini tamamlayan Nûreddîn Cerrâhî, zâhirî ilimleri öğrenmek için medreseye gitti. Medrese tahsîlini tamamladıktan sonra, çok genç yaşta Mısır kâdılığına tâyin edildi.Nûreddîn Cerrâhî Mısır'a gitmeden önce, vedâ etmek için Üsküdar'da bulunan dayısı Hüseyin Efendinin konağına gitti. Hava iyi olmadığı için dayısının konağında bir müddet bekledi.Bir gece dayısı, onu evin karşısında bulunan Selâmi Dergâhına götürdü. Yatsı namazından sonra dergâhta ders veren Ali Efendinin yanına gittiler. Nûreddîn Cerrâhî, Ali Efendinin elini öpünce Ali Efendi; "Oğlum Nûreddîn!Safâ geldiniz." diye ismini söyledi. Bunun üzerine Nûreddîn Cerrâhî'yi bir muhabbet ve cezbe hâli kapladı. SonraAllahü teâlâyı zikrederken vecde geldi.Nûreddîn Cerrâhî, Ali Efendiden kendisini talebeliğe kabûl etmesini ricâ etti. Ali Efendi de, onun ricâsını kabûl buyurup; "Oğlum Nûreddîn! Mâsivâdan sıyrılıp, abdestini tâzele." diye uyardı. Bunun üzerine kendisine verilen Mısır kâdılığı vazîfesini kabûl etmeyerek, tâyin fermânını şeyhülislâma geri gönderdi. Nûreddîn Cerrâhî bütün dünyevî işlerini terk edip, hocası Ali Efendiye tam teslim oldu. Bunun üzerine Ali Efendi, Nûreddîn Cerrâhî'yi abdest aldıktan sonra halvete koydu. Erbaîni (kırk gün Allahü teâlâya ibâdetini) tamamlayınca, onda büyük bir huzur hâli meydana geldi.Ali Efendi ona icâzet vererek, hırka giydirdi. Sonra Ali Efendi; "Oğlum Nûreddîn! İstanbul'a git, Karagümrük yakınında ve dört yol ağzında, Kethüdâ Canfedâ'nın yaptırdığı câmi-i şerîfin yanında, Bakkal İsmâil Efendi isminde bir zât senin için bir oda yaptırdı. O odada ibâdetle meşgûl ol. Umulur ki, senin için o civarda bir dergâh yapılır. O zaman insanlara doğru yolu göstermeye çalış. Süleymân Veliyyüddîn ve Muhammed Hüsâmeddîn efendiler senin yanında kemâle gelecekler." buyurdu. Nûreddîn Efendi, hocasının emri ile, Süleymân Veliyyüddîn ve Muhammed Hüsâmeddîn yanında olduğu halde Karagümrük'e gittiler. İsmâil Efendi, hocasının bahsettiği odanın anahtarını Nûreddîn Cerrâhî'ye teslim etti ve odayı Resûl-i ekremin emri ile yaptığını söyledi. Nûreddîn Cerrâhî, evinin yanındaki Cerrah Mehmed Paşa Câmiinde Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatırdı. Onun sohbetlerinin güzelliği kısa sürede İstanbul'a yayıldı. Sultan bile sohbetlerini dinlemeye gelirdi.Kapı kethüdâlarından Bekir Efendinin 1703 (H.1115)'de vefât etmesi üzerine, Karagümrük civârında bulunan konağı boş kaldı. Dârüsseâde ağası Beşir Ağa, bu konağı alacağı sırada rüyâsında Nûreddîn Efendiyi gördü.Konağı satın almamasını söyledi. Aynı gece Sultan Ahmed Hana da rüyâsında Nûreddîn Efendinin ihtiyâcını gidermesi emredildi.Pâdişâh ertesi gün, boş kalan konağı satın alsınlar diye, Yahyâ Efendiyle Nûreddîn Cerrâhî'ye üç yüz altın gönderdi. Nûreddîn Cerrâhî bu altınları kabûl etmedi. Bir dergâh yaptırsalar, daha makbûle geçeceğini söyledi. Yahyâ Efendi, huzûrundan ayrılırken, Nûreddîn Cerrâhî'nin ellerini öpeceği sırada, Nûreddîn Efendinin Ali Efendiye talebe olması sırasında meydana gelen mânevî hâlin aynısı, Yahyâ Efendide de meydana geldi. Bu sırada Yahyâ Efendi, Nûreddîn Efendiden kendisini talebeliğe kabûl etmesini ricâ etti.Yahyâ Efendi, getirdiği paraları başka birisi vâsıtasıyla Sultana gönderdi. Bunun üzerine Sultan o konağı aldırarak, orayı dergâh hâline getirdi ve Nûreddîn Efendiye tahsis etti. Nûreddîn Cerrâhî, burada ibâdet yapmak ve insanlara doğru yolu göstermek için çalıştı.Nureddin Cerrahi [K.S.]'nin İstanbul Karagümrük'teki dergahı içerisinde bulunan kabri.Nûreddîn Cerrâhî bir gün annesine; "Anneciğim!Bana izin ver de hacca gideyim. Dînin bana farz kıldığı vazîfemi yapayım." dedi.Annesi bu isteğini uygun buldu. Nûreddîn Cerrâhî hazırlıklara başlayıp, gerekli parayı tedârik ettikten sonra, annesi ve sevenlerine vedâ etti. Onu hacca götürecek kervanın yanına giderken, yolda iki gözü iki çeşme ağlayan bir adam gördü. Adam âdetâ kendisinden geçmiş, hem ağlıyor, hem Allahü teâlâya şöyle duâ ediyordu: "Yâ Rabbî! Ölümden evvel lütfet, bana borçlarımı ödemek nasîb eyle. Beni borçlu yatırma yâ Rabbî!" Nûreddîn Cerrâhî merak edip, adamın koluna girerek; "Kardeşim ne kadar borcun var?" diye sordu. Borçlu adam kendine suâl soran bu nûr yüzlü gence ümitle bakarak, mikdârını söyledi. Adamcağızın borcu, Nûreddîn Cerrâhî'nin cebindeki para kadardı. Nûreddîn Cerrâhî cebindeki para kesesini çıkarıp adama vererek; "Bu sana Allahü teâlânın bir ihsânıdır." dedi ve oradan hızla uzaklaştı. Bir süre sonra; "Ben nereye gidiyorum? Artık param da yok." diye düşündü. Ayakları onu Edirnekapı Sakızağacı kabristanlığındaki namazgâha götürdü. Allahü teâlânın izni ile kilometrelerce uzaklıktaki Kâbe'ye giderek hac törenine katıldı. Arife günü, binlerce hacıyla birlikte; "Lebbeyk, lebbeyk!" derken, semâya uzattığı elleri, kavurucu güneş altında yanıp kavruldu. Hac töreni bitince, Nûreddîn Cerrâhî, Sakızağacı'ndan evine döndü. Annesi bu duruma hayret etti. Fakat bir şey söylemedi. Kervanlar dönünce, İstanbul'da bir kaynaşma başladı. Yükünü eve bırakan doğru Nûreddîn Cerrâhî'nin dergâhına gelerek; "Tebrik ederiz, tebrik ederiz. Arafat'ta "Lebbeyk, lebbeyk!" çağırırken ne güzel, ne mübârektin! Hepimiz seni seyrederek nûrlandık. Çoğumuz rüyâmızda senin hürmetine haccımızın kabûl olduğunu gördük." dediler.Nûreddîn Cerrâhî buyurdu ki:"Hakk'ı seven kişi dâimâ Hakk'ı söyler, sonunda âriflerden olup, Hakk'ın lütuf ve ihsânına kavuşur.""Aba giyinmiş birini görünce küçültücü bir nazarla bakma. Kibirle arkadaşlık eden sonunda kahredilmişler safında yer alır.""Sen dünyâya gönül verme, aşk denizine dalarak lezzete kavuş. Hakk'ı tanımayanın, O'ndan uzak olacağını bil."Nûreddîn Cerrâhî 1720 (H. 1133) senesi Eylül ayında İstanbul'da vefât etti.Cenâze namazı, Fâtih Câmiinde öğle namazından sonra kalabalık bir cemâat tarafından kılındı. Karagümrük'teki dergâhının içine annesi Emine Hâtunun ayak ucuna defnedildi.İstanbul Karagümrük'teki Cerrahi Asitanesinde yer alan Cerrahi meşayihinin kabirleri...Nûreddîn Cerrâhî'nin yedi halifesi vardı. Bunlar: Şeyh Süleymân Velî, Şeyh Muhammed Hüsâmeddîn, Sertarikzâde Muhammed Emin, Moralı Yahyâ Efendi, Muhammed Ziyâuddîn Çelebi, Serşeyh-i Tekfur Dağı, Seyyid Yûnus Efendi.Nûreddîn Cerrâhî'nin eserlerinden bâzıları şunlardır:1) Mürşid-i Dervişân Risâlesi, 2) Nutk-ı Şerîf, 3) Nasîhat-ı Âli.Nûreddîn Cerrâhî [K.S.]'den bir ilâhi :Dil beytini pâk eden,
Dervişi ankâ eden,
Âlem-i İlâhîye giden,
Mevlâ zikridir, zikri.Zikreden hâlet olan,
Âşinâ-yı rûh olan,
Ukbâda devlet bulan,
Mevlâ zikridir, zikri.Terk ehline karışan,
Hem zevkine erişen,
Bahr-i ledünle görüşen,
Mevlâ zikridir, zikri.Erenlerin yolunu,
Sürerler hep demîni,
Dervişlerin mu'îni,
Mevlâ zikridir, zikri.Nûreddîn'i diri kılan,
Tevhîd ile çerâğı yanan,
Bi-hamdillâh tevfik olan,
Mevlâ zikridir, zikri.EDEBBir talebesine yazdığı mektup şöyledir:“Ey evlâdım! Bu söyleyeceğim edebler, Allahü teâlâyı sevmek ve O'na yaklaşmak isteyen herkese lâzımdır.Evlâdım! Allahü teâlâyı sevmek ve O’na yakın olmak isteyen herkese lâzım olan edebler şunlardır: Az konuşmalı, az uyumalı, insanlarla lüzumu kadar görüşmeli, elemlere, musîbetlere, acılara, açlığa, insanların sıkıntılarına sabretmeli ve kendisine zulmedeni affetmeli ve ondan intikam, öç almaya kalkmamalı, kendi için sevdiğini herkes için sevmeli ve istemeli, malıyla cömertlik yapmalı, insanlardan bir şey istememeli ve beklememeli, sâdece Allahü teâlâdan beklemeli, her ihtiyâcını Allahü teâlâya ısmarlamalı. Yaptığı amellere ve kabûl olduğuna güvenmemeli bilakis “Amellerim ayıplı ve kusurludur.” demeli; şahsı ile, ibâdetleri ile, ameli ile sevinmemeli, övünmemelidir. Aksine Allahü teâlâya ve Resûlüne ve O’nun şerîatına uymakla sevinmelidir.”


---------------------------------------------------------------------------------
UŞŞAKİLİK
PİR SEYYİD HASAN HÜSAMEDDİN-İ UŞŞAKİ
Pîr Seyyid Hasan Hüsâmeddin-i Uşşâkî (k.s.) Hazretleri Hicri 880 (M.1476) yılında Buhara'da dünyâya gelmiştir. Buharalı Hacı Teberrük adında bir tüccarın oğludur.
Soyu, annesi tarafından peygamber efendimizin torunlarından, imâmı Hasan (r.a.) ve babası tarafından da imâmı Hüseyin (r.a.) dayanır. Böylelikle soyu, Hz. Ali (k.v.) ye dolayısı ile Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) ulaşır. Yani hem şerif, hem seyyiddir. Esas adı Hasan, lakâbı Hüsâmeddin (Dinin keskin kılıcı) dir.
İlim tahsilini babası Hacı Teberrük hazretlerinin nezâret ve himâyesine de ikmal ederek, fazîlet ve irfan sahibi, zühd ve takvâda ileri, kâmil bir zât olmuş, istidâdının yüksekliğiyle kemâle ermiştir.
Babası vefât edince çok üzülmüş, böyle acılı bir halde iken daldığı mâna âleminde kendisine,
"Beyhude yere ticaretin zahmetini çekmek, ehli hakikat için zarar ziyandır. Arzun âhirette zevk almak (Allah'a vuslat ve ticareten len tebûr) ise, kesret çarşısından yüz çevirip Anadolu şehirlerinden Erzincan'da bulunan şeyh Emir Ahmet Semerkandî hazretlerine varıp mürid ol, uzlet köşesine çekil" denilmiştir.
Tecelli âleminde, mânen almış olduğu emirden sonra, bir an önce mürşidine mülâki olma arzusu belirmiştir. Babasından miras kalan mal, servet ve kurulu ticaret düzenini, kardeşi Mehmed Çelebi'ye bağışlayarak, kendini bütün dünya bağlarından kurtarmıştır.
Pîr Seyyid Hasan Hüsâmeddin Uşşâkî Hazretleri, içini yakan ilâhi aşk ateşinin tesiriyle Buhara'dan ayrılıp, yaya olarak yola çıkmıştır. Aylarca zahmetli yolculuktan sonra Erzincan şehrine gelmiş ve şeyh Emir Ahmet Semerkandî Hazretlerine mülâki olmuştur. Cenâb-ı Peygamber (s.a.v.) Efendimizin mânevi emri işaretleri ile, irâdesini şeyhine teslim etmiş, biat ve intisap ederek ona mürid olmuştur. Mürşidine olan samimi teslimiyeti sayesinde ve istidâdının yüksekliği ile, kısa zamanda kemâle ve velâyete ulaşarak, veliler safına dahil olmuştur.
Şeyh Emir Ahmet Semerkandî hazretleri, mânen almış olduğu emir üzerine, Pîr Hüsâmeddin Uşşâkî Hazretlerine hilâfetnâme vermiştir. Bunun üzerine Hz. Pîr memur edildiği Uşak şehrine giderek orada yerleşmiştir. Hazreti Pîr 930 hicrî yılından 980 yılına kadar Uşak'ta âşıklar ve ârifler zümresine ilim, şevk ve feyz dağıtmıştır..
Şeyh Emir Ahmet Semerkandî Hazretlerinin âhirete göçmesinden sonra Hz. Pîr şeyhinin yerine irşâd makâmına oturmuş, kısa zamanda şöhreti güneş gibi parlamaya ve yayılmaya başlamıştır.
O sırada Manisa'da vâli olan Pâdişah Sultan II. Selim’in oğlu şehzâde Sultan III. Murad kendisine bir mektup göndererek saltanata (pâdişahlığa) nail olabilmesi için teveccühlerini istirham etmiştir. Uşak’a Hazreti Pîrin huzuruna gelen ulak, ziyareti hakkında tek bir kelime etmemiş ve mektubu da kendisine vermemişken, .Hazreti Pîr, mektubu getiren ulak’a hitap ederek :
"Git şehzâdeye söyle hemen İstanbul’a hareket etsin. Falan günde saltanat tahtına oturacaktır." Cevabını vermiştir. Şehzâde Sultan Murad bu haberi alır almaz hazırlığa başlar ve vakit geçirmeden İstanbul’a hareket eder. Balıkesir’e geldiğinde Sadrâzam Sokullu Mehmet Paşanın gönderdiği heyetle karşılaşır. Sadrâzamın gönderdiği mektubu alıp okuyunca, babası Pâdişah II. Sultan Selim’in öldüğünü öğrenir. Sadrâzam da tahta geçmesi için onu İstanbul’a dâvet etmektedir. İstanbul’a ulaşarak Pîr Hazretlerinin dediği günde Osmanlı tahtına oturur.
Bu olay Pîr Seyyid Hasan Hüsâmeddin Uşşâkî hazretlerinin kâmil bir tasarruf sahibi olduğunu göstermiştir. Bu durum karşısında III. Sultan Murad, Hazreti Pîr'e karşı büyük sevgi, saygı ve bağlılık duymuştur. Bu düşünce ile de Hazreti Pîr’i İstanbul'a dâvet etmiştir. Hazreti Pîr Uşak'ta 50 sene irşâd makamında bulunduktan sonra 100 yaşlarında iken İstanbul'a gelmiştir
Hazreti Pîr Uşak’tan hicret ederek İstanbul'a geldiğinde, pâdişah erkânıyla beraber büyük bir halk topluluğu tarafından hürmet ve tâzim ile karşılanmıştır. Aksaray civarında oturması için bir konak tahsis edilmiş ve bir zaman orada kalmıştır. Daha sonra Fatih’de Nışancı Mehmet Paşa Zaviyesinde kalmıştır.
Pîr Seyyid Hasan Hüsâmeddin Uşşâkî hazretlerinin pâdişahla olan yakınlığından istifâde etmeye çalışan makam ve mevki düşkünleri ona rahat vermemiş, durmadan Hazreti Pîr’i rahatsız etmişlerdir. Bu durumdan sıkılan Pîr hazretleri tekrar Uşak'a gitmek için yol hazırlığına başlamıştır. Bu durumu haber alan pâdişah, Hazreti Pîr’in İstanbul'da kalması için ricada bulunmuştur.
Hazreti Pîr, Pâdişah III. Sultan Murad Han’ın ricasını kabul edip, İstanbul'da kalmağa karar vermiştir.
Bilâhare pâdişahın emriyle Kasımpaşa civarında Hazreti Pîr’in kendi adına tekke ve dergâh inşâ edilmiştir. Orada uzun zaman bir inzivâ hayatı yaşayarak, kendilerine mürid olan sâlikleri zikir meclisleri ve mânevi sohbetleriyle hilâfet makamına vâsıl edip, her birini ayrı ayrı şehirlere irşâd memuru olarak tâyin etmiştir. İslam ve tasavvuf ilminin derinliklerine vâkıf olan ve hayâtı boyunca İslâma ve Kur’ân a hizmet eden Hazreti Pîr, sayısız müridi, kâmil insan olarak yetiştirerek, insanlığa kazandırmıştır. İlim mektebi olarak uzun yıllar görev yapan, İstanbul’da ki dergah ve külliyesi irfan yuvası olmuştur.
Pîr Hüsâmeddin Uşşâkî Hazretleri İstanbul'a geldiği vakit kibârı evliyâullahtan Ümmi Sinân hazretleriyle mülâki olmuş ve bir müddet sonra Ümmi Sinan Hazretleri tarafından kendisine Halvetilik hilâfeti verilmiştir.
Şeyh Emir Ahmet Semerkandî hazretleri, Hazreti Pîr’e Kübreviyye ve Nuri Bahşiyye tarîkatı hilâfetini vermiştir. Hazreti Pîr Hasan Hüsâmeddin Uşşâkî hazretleri de Kübreviyye, Nûri Bahşiyye ve Halvetiye tarîkatlarını birleştirerek Uşşâkî tarîkatını kurmuştur.
------------------------------------------------------------------------
CELVETİLİK
SEYYİD AZİZ MAHMUD HÜDAİ
AZÎZ MAHMÛD HÜDÂYÎ HAZRETLERİ
(1541-1628)
Osmanlı devri İstanbul velîlerinin büyüklerindendir. Asıl adı Mahmûd'dur. "Hüdâyî" ismi ve "Azîz" sıfatı kendisine sonradan verilmiştir. Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri'nin neslinden olup, "seyyid"dir. Bunu ilâhîlerinin birinde:
Ceddim ü pîrim sultan
Sensin yâ Resûlallâh
diyerek kendisi de ifâde eder.
Koçhisar'da doğmuş, çocukluğu Sivrihisar'da geçmiştir.
O, bir asra yakın ömür sürmüş ve sekiz pâdişâh devrini idrâk etmiş bir gönül sultanıdır. Asrında, gerek eserleri, gerekse sohbet, irşâd, vaaz ve nasîhatleri ile ümmet için bir feyiz kaynağı olmuştur.
İlim, tasavvuf ve edebiyat sahalarında parlak bir hüviyete sahip bulunan Hüdâyî Hazretleri, mâneviyat rehberleri arasında müstesnâ bir mevkii hâizdir. O, kuruluş yıllarında Şeyh Edebali Hazretleri'nin yapmış olduğu kıymetli irşâd, hizmet ve faâliyeti, aynı aşk, vecd ve heyecanla yürütebilen nâdir bir mânevî şahsiyettir. Allâh rızâsı istikâmetinde ihlâs, samîmiyyet ve gayret üzere hareket eden Hüdâyî Hazretleri, sahip olduğu zâhirî ve bâtınî liyâkat sebebiyle de hem pâdişâhların hem de bütün teb'anın sevdiği bir Hakk dostu olarak tebârüz etmiştir.
Osmanlı'nın yükselişten yavaş yavaş duraklamaya doğru seyir takip eden bir devrinde yaşayan Hüdâyî Hazretleri, bir yandan sultanlarını âdil, gayretli ve mâneviyat bakımından zinde olmaları için büyük himmetler sarfetmiş, bir yandan da birtakım kargaşadan bunalan devlet ricâlinin ve halkın gönül yaralarını âdetâ hâzık bir hekim gibi sarmasını bilmiştir. Bundan dolayı hemen herkes, onun sohbet, irşâd ve hizmet sofrasına koşarak ferahlamış; dergâhı, bir seâdet ve gönül mekânı olmuştur.
Gerçekten onun devri, seâdetle felâketin birbirini takip ettiği çileli bir zamana rastlamaktadır. Zîrâ siyâsî bakımdan gittikçe artan ve ictimâî bünyeyi de son derece sarsan çalkantılar, bu devirde görülmeye başlamıştır. Askerdeki disiplin ve nizamın sarsılıp bozulmasının fecî bir surette II. Genç Osman'ı katletme derecesine ulaştığı ve IV. Murâd'ın tahtının önünde sadrazamı Hâfızlarının tahta bile bulaşmış olduğu düşünülürse, o günlerin siyâsî ahvâli daha iyi anlaşılır.
İşte böyle çalkantılı bir devirde İslâm tasavvufunun tesellî edici nefhasıyla Hakk'ın ve hakîkatin sesine çağıran Hüdâyî Hazretleri, dergâhına diğerlerine nazaran çok farklı bir hüviyet kazandırmıştır. Öyle ki, devlet idâresinde azl ve nefyedilen kimselerin ve cemiyette zuhûr eden anarşinin önünden kaçanların yegâne sığındıkları yer, onun dergâh-ı şerîfi olmuştur. Nitekim Halil Paşa, Dilâver Paşa ve Ali Paşa gibi zevât, başları her dara düştükçe bu dergâha sığınmışlardır. Bu yönüyle Hüdâyî Hazretleri'nin dergâh-ı şerîfi, kimsenin zarar ve ziyânının erişemeyeceği, günümüz tâbiriyle bir nevî dokunulmazlığı olan emîn bir mekân hüviyetine bürünmüştür. Denilebilir ki, o zamanlar Osmanlı mülkünde bu mekândan başka hiçbir dergâh, bu kadar nâil-i hürmet ve ihtirâm değildi.
Burada Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri'nin böyle bir makama hâiz oluşu ve sahip bulunduğu müstesnâ liyâkati elde edişinin nasıl tahakkuk ettiği üzerinde hâssaten ve dikkatle durmak gerekir. Zîrâ onu bu kemâle ulaştıran metod, aynı yolda yürüyenlere müstesnâ bir nümûne-i imtisâldir.
CELVETİYYE YOLU
Celvet kelime olarak halka karışmak, halkla birlikte olmak anlamına gelmektedir. Celvetîler halkla beraber olmanın hayırlı olduğunu düşünürler.
Celvetî şeyhlerinden biri olan İsmail Hakkı Bursevî’nin Silsile-i Celvetiyye isimli kitabında tarikatin ilk kez İbrahim Zahidi Geylani zamanında ortaya çıktığını, lâkin tarikat olarak Aziz Mahmud Hüdayi döneminde kurulduğunu söylüyor. Celvetîyye aynı zamanda Halvetiyye’nin de bir koludur.
Celvet ruhun olgunluğuna kanıttır. Halvet iste celvetin bütünleyicisidir. Celvet beka mertebesinin bir ifadesi olurken halvet de fena mertebesinin bir ifadesidir.
Celvetîyye'de zikir
Tarikatların çoğunda olduğu gibi Celvetîyye’de de Allah’a kavuşmak için bir Kamil Mürşid’e bağlanmak gerekmektedir. Kamil Mürşid’e bağlanan müridin, mürşidinin öğretilerine uyması gerekmektedir. Mürid mürşidinin sözü üzerine zikir çeker.
Celvetîyye’de ilk ve en mühim zikir Kelime-i Tevhid’tir. Yani; “Lailaheilaallah”
Celvetîyye’de ikinci zikir Esma-i Seb’a’dır Allah’ın yedi ismini sırayla söylemektir. Sıra da şöyledir; Lailaheilaallah, Allah, Hû, Hakk, Hayy, Kayyum, Kahhar. Bu yedi isim de nefsin yedi mertebesine karşılıktır.
Celvetî Âyini
Celvetîlerin zikirleri diğer tarikat zikirlerinden farklı olarak dizlerinin üzerinde durarak yapılır ve buna “Nıfs-ı Kıyam” veya da “Hızır Kıyamı” denilir.
Celvetî'lerde Müzik
Bursa’daki Celvetîler de müziğe önem vermişlerdi. İsmail Hakkı Bursevi, Aziz Mahmud Hüdayi’nin şiirlerini bestelemişti.
Aziz Mahmud Hüdayi devrinde Celvetî tekkesinde kendisinin halifelerinden olan Hafız Kumral ve Şaban Dede gibi ünlü musıkîşinaslardandır. Tarikat şeyhlerinin çoğunun müzikle uğraşmasından da tarikatin müziğe verdiği önemi anlayabiliyoruz
-----------------------------------------------------------------------------
CELVETİLİK
Celvet kelime olarak halka karışmak, halkla birlikte olmak anlamına gelmektedir. Celvetîler halkla beraber olmanın hayırlı olduğunu düşünürler.
Celvetî şeyhlerinden biri olan İsmail Hakkı Bursevî’nin Silsile-i Celvetiyye isimli kitabında tarikatin ilk kez İbrahim Zahidi Geylani zamanında ortaya çıktığını, lâkin tarikat olarak Aziz Mahmud Hüdayi döneminde kurulduğunu söylüyor. Celvetîyye aynı zamanda Halvetiyye’nin de bir koludur.
Celvet ruhun olgunluğuna kanıttır. Halvet iste celvetin bütünleyicisidir. Celvet beka mertebesinin bir ifadesi olurken halvet de fena mertebesinin bir ifadesidir.
Celvetîyye'de zikir
Tarikatların çoğunda olduğu gibi Celvetîyye’de de Allah’a kavuşmak için bir Kamil Mürşid’e bağlanmak gerekmektedir. Kamil Mürşid’e bağlanan müridin, mürşidinin öğretilerine uyması gerekmektedir. Mürid mürşidinin sözü üzerine zikir çeker.
Celvetîyye’de ilk ve en mühim zikir Kelime-i Tevhid’tir. Yani; “Lailaheilaallah”
Celvetîyye’de ikinci zikir Esma-i Seb’a’dır Allah’ın yedi ismini sırayla söylemektir. Sıra da şöyledir; Lailaheilaallah, Allah, Hû, Hakk, Hayy, Kayyum, Kahhar. Bu yedi isim de nefsin yedi mertebesine karşılıktır.
Celvetî Âyini
Celvetîlerin zikirleri diğer tarikat zikirlerinden farklı olarak dizlerinin üzerinde durarak yapılır ve buna “Nıfs-ı Kıyam” veya da “Hızır Kıyamı” denilir.
Celvetî'lerde Müzik
Bursa’daki Celvetîler de müziğe önem vermişlerdi. İsmail Hakkı Bursevi, Aziz Mahmud Hüdayi’nin şiirlerini bestelemişti.
Aziz Mahmud Hüdayi devrinde Celvetî tekkesinde kendisinin halifelerinden olan Hafız Kumral ve Şaban Dede gibi ünlü musıkîşinaslardandır. Tarikat şeyhlerinin çoğunun müzikle uğraşmasından da tarikatin müziğe verdiği önemi anlayabiliyoruz.
-------------------------------------------------------------------------------
YESEVİYYE
2-YESEVİYYE TARİKATİ
1. Cüneyd Bağdadî, 2. Ebû Ali Rudbârî, 3. Ebû Ali Kâtip, 4. Ebû Osman Mağribî, 5. Şeyh Ebû Kasım Kürkanî, 6. Ebû Ali Faremedî, 7. Hoca Yusuf Hemedânî, 8. Ahmed Yesevî.
HOCA AHMED YESEVÎ
Ahmed Yesevî, ilk tahsil yıllarını Yesi'de geçirdikten sonra Maveraünnehr'in büyük İslam merkezi olan Buhara'ya geldi. Buhara o sırada İslam kültürünün çok mühim bir merkezi bulunuyordu.
Ahmed Yesevî, Buhara'da devrin en ileri gelen alim ve mutasavvıflarından Şeyh Yusuf Hemedanî'ye intisap ederek, onun nüfuzu altında kaldı ve onunla beraber birçok yerleri gezdi. Şeyhinin büyük teveccühünü kazanarak onun üçüncü halifesi oldu. Ahmed Yesevî ilk iki halifeden sonra 555 (1160)'de Buhara'da şeyhin postuna geçti; bilahare Yesi'ye döndü. 562 (1166)'de ölümüne kadar bu şekilde kuvvetli bir tasavvuf propagandası yaptı.
Ahmed Yesevî, Sir-Derya havalisinde, Taşkent ve mülhakatında, Seyhun ötesindeki bozkırlarda büyük bir nüfuz kazandı.
Bütün İslam tarikatlerinde mevcut olan bir usul gereğince Ahmed Yesevî de henüz hayatta iken bazı halifelerini çeşitli memleketlere göndermiştir. Bugün bu halifelerinden çoğu o memleketlerde yadedilmektedir.
Bu arada halkın kolayca anlayabileceği tarzda, hece vezni ile ve Türkçe, sofiyane manzumeler yazdı. Bu manzumeleri biraraya getirilip "Divan-ı Hikmet" ismi verilen bir kitapta toplanmıştır.
Bugün elimizde Ahmed Yesevî tarafından yazılmadığı tesbit edilmiş bir eser mevcut değildir. Ölümünden asırlarca sonra yazılmış muhtelif tasavvuf kitaplarında, yahut menakıp mecmualarında ona isnad edilen bazı sözler, bazı hareketler, birtakım menkıbeler mevcuttur.
Divan-ı Hikmet adı altında toplanan manzumelerin muhtelif Yesevî dervişlerine ait olduğu üzerinde durulmaktadır. Zira bugün kütüphanelerde mevcud olan bu kitabın, eski bir nüshasını bulmak şimdiye kadar mümkün olamamıştır.
Manzumeleri bilhassa 4/3= 7 ve 4/4/4= 12 hece vezinleri ile, dörtlükler şeklinde yazılmış, yarım kafiye ve redif kullanılmıştır. Dörtlüklerden mürekkep bazı uzun manzumelerde her dörtlüğün sonundaki mısraların kafiyeli olması, bunların umumî toplantılarda muayyen bir beste ile okunduğunu göstermektedir.
-------------------------------------------------------------
KÜBREVİYYE
KÜBREVİYYE TARİKATI
1. Ebu Necib Abdü'l-Kahir Zıyaüddin Sühreverdî, 2. Rûzbihan Baklî, 3. İsmail Kasrî, 4. Ammâr Yasir, 5. Necmüddin Kübrâ.
NECMÜDDİN KÜBRÂ
Kübreviyye veya Zehebiyye tarikatinin kurucusu olup, XII, XIII. asır İran sofîlerinin en mühim şahsiyetlerinden biridir. İsminin tamamı Ahmed bin Ömer Ebû'l-Cennab Necmüddin Kübrâ el-Hivakî el-Harezmî'dir.
Sofîliğin gelişmesinde rolü pek büyük olmuştur. Onun birçok talebeleri arasında tasavvufî akidenin büyük mümessillerini bulmaktayız.
Münazara ve mübaheseyi çok sevdiğinden ve her münazarada hasımlarını yendiğinden kendisine, "et-Tammetü'l-Kübra" ismi verilmiştir. Bu isim sonraları çok meşhur olmuş, zamanla baştaki kelime de unutularak sadece "Kübra" denmiştir.
Necmüddin Kübrâ 540 (1145) senesinde dünyaya gelmiş, genç yaşta seyahatlere çıkmış ve Mısırda meşhur Şeyh Rûzbihan el-Vezzah el-Mısrî ile tanışmış, onun müridi olmuş ve şeyhinin nezareti altında son derece sıkı riyazet geçirmiştir. Bu sırada şeyhin teveccühünü kazanmış ve kızı ile evlenmiştir. Necmüddin birkaç sene Mısır'da kalmış, bu zaman zarfında iki oğlu dünyaya gelmiştir.
Bir gün İmam Ebu Nasr Hafza'nın Tebriz'de "sünne" hakkında güzel dersler verdiğini duymuş, bunun üzerine hemen oraya hareket ederek Sermeydan mahallesinde Zahide hankâhında oturan mezkur kelam aliminin derslerine devam etmiştir.
Necmüddin "Şerhü's-Sünne ve'l-Mesalih" adında mukaddime mahiyetindeki kelama dair eserini burada yazmıştır.
Bundan sonra Şeyh Necmüddin Ammar-ı Yasir'e intisap etmiş, onun tavsiyesi üzerine tam bir sofî olabilmek için, İsmail Kasrî'nin mektebine girmiştir. Buradan ikinci hırkayı (hırkayı teberrük) almış ve şeyhinin yanına dönmüştür.
----------------------------------------------------------------------------
ÇEŞTİYYE
Çeştiyye Hindistan’da yetişmiş evliyanın büyüklerinden Muinüddin-i Çeşti’nin insanları ruhen olgunlaştırmakta takib ettiği yol. Çeştiyye yolunun büyüğü Muinüddin-i Çeşti’nin asıl ismi, Hasan bin Gıyasüddin’dir. Muinüddin lakabıyla tanındı. Seyyid olup, neseb-i şerifleri hazret-i Ali’ye ulaşır. Peygamber efendimizin soyundandır. Evliyanın büyüklerinden Hace Osman-ı Haruni’nin terbiyesinde yetişti. Hindistan evliyası arasında Çeştiyye tarikatinin büyüğü sayılır. Zira onun gayreti ile Hin
Çeştiyye Hindistan’da yetişmiş evliyanın büyüklerinden Muinüddin-i Çeşti’nin insanları ruhen olgunlaştırmakta takib ettiği yol.
Çeştiyye yolunun büyüğü Muinüddin-i Çeşti’nin asıl ismi, Hasan bin Gıyasüddin’dir. Muinüddin lakabıyla tanındı. Seyyid olup, neseb-i şerifleri hazret-i Ali’ye ulaşır. Peygamber efendimizin soyundandır. Evliyanın büyüklerinden Hace Osman-ı Haruni’nin terbiyesinde yetişti. Hindistan evliyası arasında Çeştiyye tarikatinin büyüğü sayılır. Zira onun gayreti ile Hindistan’da İslamiyet yayılmıştır.
Muinüddin-i Çeşti, Peygamber efendimizin kabr-i şeriflerini ziyareti sırasında Peygamber efendimizi baş gözüyle gördü ve aldığı bir emirle Hindistan’a gitti. Ecmir bölgesi ile Hind diyarını irşad ederek, Cuki denilen Hind kafirlerini bozguna uğrattı. Hind diyarı, onun sebebiyle İslamiyetle şereflendi. Sultanlar talebesi oldular. Kabr-i şerifi Ecmir’de olup, feyz kaynağıdır. (Bkz. Muinüddin Çeşti).
Hace Kutbüddin Bahtiyar, Hace Fahrüddin, Şeyh, Hamidüddin Naguri, Şeyh Vecihüddin gibi talebelerinden bazıları vefatından sonra Çeştiyye yolunun usul ve adabını sonra gelenlere ulaştırdılar.
Muinüddin-i Çeşti rahmetullahi aleyh, yolunun esası olarak buyurdu ki: “Sadık talebe, bağlı bulunduğu hocasının, rehberinin söylediği sözleri ve nasihat ve tavsiyelerini can kulağı ile dinler, onun sözünden dışarı çıkmaz. Riyazet ve mücahede yapar (Nefsin istemediği şeyleri yapar, nefsin istediği şeyleri yapmaz, nefsine uymaz). Büyük alimlerin yoluna uyup, çalışır ve gayret gösterir. Bizim yolumuzun büyükleri on dört şeyi usul edinmişler ve yapmışlardır. Maksada kavuşmakta bunu zaruri görmüşler ve bunları yapanlar maksada kavuşmuşlardır. Bu on dört makam şunlardır: 1) Tövbe, 2) İbadet, 3) Zahitlik, yani dünyaya ve dünyalığa düşkün olmamak, 4) Rıza, kadere rıza göstermek, 5) Kanaatkarlık, 6) Nefisle mücadele ve onun isteklerine uymamak, 7) Sıddiklik,  Tefekkür, 9) İrşad, 10) Salihler makamı, 11) Muhlisler makamı, 12) arifler makamı, 13) Şükredender makamı, 14) Makam-ı muhibban (Muhabbet sahiblerinin makamı).
MUİNÜDDİN-İ ÇEŞTİ (Rahmetullahi Aleyh)
Hindistan'ın büyük velîlerinden. İsmi, Hasan bin Gıyâsüddîn, lakabı Muînüddîn'dir. Peygamber efendimizin neslinden olup seyyiddir. 1136 (H.531) senesinde Horasan'da doğdu. 1236 (H.634) yılında Ecmîr'de vefât etti. Kabri oradadır.
-------------------------------------------------------------------------
KÜBRAVİYYE
Kübreviyye on ikinci yüzyılda yaşamış olan büyük alim ve evliya Necmeddin-i Kübra’nın ve talebelerinin tasavvufta takip ettikleri yol, tarikat. Yaptığı bütün münazaralarda galib geldiği, kübra (büyük) lakabıyla Ünlü olduğu için, bu yola Kübreviyye adı verilmiştir. Kübreviyye yolunun kurucusu olan Necmeddin-i Kübra, Ebü’n-Necib-i Sühreverdi hazretlerinden tasavvuf ilmini öğrendi. Bu yolda ilerleyip büyük veli oldu. Pekçok kimse onun sohbetlerinde bulundu. Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin b
Kübreviyye on ikinci yüzyılda yaşamış olan büyük alim ve evliya Necmeddin-i Kübra’nın ve talebelerinin tasavvufta takip ettikleri yol, tarikat. Yaptığı bütün münazaralarda galib geldiği, kübra (büyük) lakabıyla Ünlü olduğu için, bu yola Kübreviyye adı verilmiştir.
Kübreviyye yolunun kurucusu olan Necmeddin-i Kübra, Ebü’n-Necib-i Sühreverdi hazretlerinden tasavvuf ilmini öğrendi. Bu yolda ilerleyip büyük veli oldu. Pekçok kimse onun sohbetlerinde bulundu. Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin babası Sultan-ül-Ulema Behaeddin Veled, Feridüddin-i Attar’ın hocaları Mecdüddin Bağdadi, BabaKemal Cündi, Semnan padişahının oğlu Rükneddin Ahmed Alaüddevle, Kübreviyye yolunda ilerleyerek yükseldiler.
Necmeddin-i Kübra hazretleri tasavvufa dair yazmış olduğu Usul-i Aşere adlı kitabında Kübreviyye yolunun esaslarını şu şekilde açıkladı: Allahü tealaya kavuşmak arzusunda bulunan ve bu yolda ilerlemek isteyenlerin yollarının temeli on esasa bağlıdır. Bunlar; Tövbe (günahlara pişman olmak), zühd (dünyadan yüz çevirmek), tevekkül (her işinde Allahü tealaya itimad etmek ve O’na güvenmek), kanaat (yemek içmek hususunda elde bulunan ile yetinmek), uzlet (insanlardan uzak olmak), devamlı zikir (Allahü tealayı anmak), teveccüh (tamamen Allahü tealaya yönelmek), sabır, murakabe (nefsini kontrol etmek ve nefsin hile ve tuzaklarına karşı uyanık bulunmak), rıza (nefsin arzularını terk ederek Allahü talanın hiçbir hükmüne itiraz etmemek)dır.
Kübreviyye yolunda mücahede (nefsin istemediklerini yapma) hayatının üç temeli vardır: 1) Tedrici olarak yemeği azaltmak, 2) Kamil bir mürşidin, yol göstericinin iradesine tabi olmak, 3) Cüneyd-i Bağdadi hazretlerinin sekiz esasını yerine getirmek.
Kübreviyye yoluna giren kişilerin şu esaslara uyması gerekir: Beden temizliği, halvet, susmak, oruç tutmak, zikretmek, teslim olmak, hatıra gereksiz şey getirmemek, kalbi hocasına bağlamak, mecburiyet halinde uyumak, yeme ve içmede orta yolu takib etmek.
Necmeddin-i Kübra’nın gerek yazdığı Arapça, Farsça risalelerle, gerekse İslam ülkelerine gönderdiği talebeleriyle Kübreviyye yolu çok geniş bir sahaya yayıldı. Zamanla Nakşibendiyye ve Mevleviyye ile iç içe olan Kübreviyye yolunun Cüneyd-i Bağdadi’den sonraki silsilesi şunlardır: Ebu Ali Rodbari, Ebu Osman Mağribi, Ebü’l-Kasım Gürgani, Ebu Bekir Nessac, Ebü’n-Necib Sühreverdi, Ammar bin Yasir.
Kübreviyye yolunun zaman içinde meydana gelen kolları ve şubeleri ise şunlardır: Baherziyye, Nuriyye, Hemedaniyye, Rükniyye, Iğtişaşiyye, Nurbahşiyye, Ayderusiyye, Firdevsiyye.
Daha çok bugünkü İran veRusya topraklarında faaliyet gösteren Kübreviler, Sovyet rejimine karşı koyan Müslümanların da liderliğini üstlenmişlerdir.
NECMEDDİN-İ KÜBRA
Necmeddin-î Kübra
(1145-1221)
13. asırda yaşamış büyük alim ve veli zatlardan birisidir. Asıl adı Ahmed olmasına rağmen “Necmeddin-i Kübra” olarak tanınmış ve bu isimle şöhret bulmuştur. İlim tahsili için bir çok İslam beldesini dolaşmış ve muhtelif alimlerden ders almıştır. İlmini tamamladıktan sonra memleketi Harezm’e dönerek, iman ve İslam hizmetinde bulunmuştur. Çok sayıda talebe yetiştirdiği gibi, önemli eserler de yazmıştır. Tasavvuf alimi olup, Kur’an-ı Kerim’in zahiri manasının yanında, batınî ve işari manalarıyla da meşgul olmuş ve tefsir yazmıştır. Risale-i Nur’da, batınî ve işari manalarla ilgili olarak tefsir yazanlar arasında ismi zikredilmektedir. (Kastamonu Lahikası, s. 144) Künyesi; Ebü’l-Cennab Ahmed bin Ömer bin Muhammed Hayveki el-Harezmi şeklindedir.
Ahmed, 1145 yılında Harezm’in Hayvek köyünde dünyaya geldi. Babasının adı Ömer’dir. Çocuk yaşta eğitim ve öğretime başladı. Eğitimini tekmil etmek maksadıyla bir çok İslam beldesini dolaşarak tanınmış alimlerden dersler aldı. Bu çerçevede, İskenderiye’ye giderek Ebu Tahir Silefî, İsfahan’da Ebü’l-Mekarim, Ahmed ibn Muhammed Leban, Hemedan’da Hafız Ebü’l-Ala, Nişabur’da Ebü’l-Meali Füravi ve Mısır’da da Ebu Muhammed Şirazi’den ders aldı. Bunların dışında da birçok alimin ilminden istifade etme yoluna gitti.
Ahmed, öğrendiği bilgilerle yetinmeyerek isim ve şöhretini duyduğu alimin bulunduğu beldeye gitmek suretiyle, ilim öğrenmek için büyük bir çaba gösterdi. Nitekim, Mısır’da bulunduğu sırada Tebriz’de bulunan bir alimin şöhretini duydu. Söz konusu alim Peygamber Efendimizin (asm) Sünnetlerini ders olarak okutmaktaydı. Bu bilgiler üzerine Tebriz’e gitti. Güzel dersler okutan Ebu Nasr Hafda’dan Sünnet derslerini aldı. Bu arada eser yazmaya başladı ve ilk olarak kelam konusunu işlediği “Sünnet ve’l-mesalih” adlı eserini kaleme aldı.
Ahmed, hocası ve aynı zamanda amcası olan Ebu Necib Sühreverdi’den de ders aldı ve önemli ölçüde onun etkisinde kaldı. Özellikle tasavvufla ilgili konularda amcasından çok şey öğrendiği ve onun eğitiminden geçerek büyüdüğü kaydedilmektedir. Tasavvuf ile ilgili olarak Fahreddin-i Razi, İsmail Kasri ve Ammar bin Yasir’den de dersler aldığı, bilgilerini pekiştirerek önemli bir konuma geldiği belirtilmektedir.
Mısır’da bulunduğu sırada, ders aldığı hocasından çok büyük yakınlık gördü. Hocası ona evladı gibi muamelede bulundu. Daha sonra hocasının kızıyla evlendi ve Mısır’da bulunduğu süre zarfında iki oğlu dünyaya geldi.
13. asrın büyük alimlerinden olan Ahmed, yaşadığı dönem ve sonrasında bir çok lakap ve unvanla anıldı. Girdiği bütün münazara ve ilmi tartışmalardan galip çıkmasında dolayı Tammetü’l-Kübra, doğduğu köyün ismine izafeten Hayvekî, ayrıca, Şeyhü’l-imam, Necmeddin-i Kübra, Zahidü’l-Kebir, Şeyh-i Harezmî gibi unvan ve lakaplarla anıldı. Asıl adından çok Necmeddin-i Kübra unvanıyla tanınıp meşhur oldu.
Ahmed, eğitimini tamamladıktan ve çok önemli bir ilerleme kat ettikten sonra, hocalarının da tavsiyesiyle, ailesiyle birlikte memleketi Harezm’e döndü. Bildiklerini ve öğrendiklerini insanlarla paylaşarak, insanları Hakk ve hakikat yolunda aydınlatmaya çalıştı. Çevresindeki etkisi ve saygınlığıyla tasavvufun önde gelenleri arasında yer aldı. Vaaz ve irşatları büyük bir rağbet gördü. Böylece kısa zamanda, ilme meraklı çok sayıda talebenin yanına gelmesine ve kendisinden ders almasına vesile oldu.
Necmeddin-i Kübra çok sayıda talebe yetiştirdi. Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin babası olan Bahaeddin Veled, Mecdüddin-i Bağdadi, Baba Kemal Cündi, Abdülaziz bin Hilal, Necmeddin-i Razi, Nasır bin Mensur yetiştirdiği ünlü talebelerinden bir kaçıdır.
Ahmed, İslam’ın güzel ahlakını yaşayarak etrafında bulunan insanlara büyük bir örnek teşkil etti. Peygamber Efendimizin, “Ben güzel ahlakı tamamlamak için geldim” mealindeki hadisini bizzat yaşayarak gösterenler arasındaki yerini aldı. İbadet ve Hakka hizmet noktasında asla gevşeklik göstermedi. Ulaşabildiği tüm insanlara yardım etmeye ve onlar için faydalı olmaya çalıştı.
Necmeddin-i Kübra, Kur’an-ı Kerim ayetlerinin zahiri manalarının yanında batınî ve işarî manalarıyla ilgili tefsir yazan alim ve veli zatlardan birisidir. Risale-i Nur’da ismi zikredilerek bu konuda bazı açıklamalarda bulunulmaktadır. (Kastamonu Lahikası, s. 144; Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 55) Kıyamete kadar hükmü devam edecek olan Kur’an-ı Kerim bu özelliğinden dolayı, her asır insanının ihtiyaçlarını karşılayacak ve ihtiyaçlarına cevap verecek hüküm ve manaları ihtiva etmektedir. Bu sebepten dolayı, asırlar boyunca değişen ve gelişen tüm şartlara rağmen, ayetleri tefsir eden alimler, insanların karşılaştığı problemleri aşmaya ve onlara yardımcı olmaya çalışmışlardır.
Bediüzzaman, Necmeddin-i Kübra gibi çok sayıdaki ehli velayetin batınî ve işarî manaları ihtiva eden tefsirleri kaleme aldıklarını, bu alimlerin kendi asırlarına ve problemlerine cevap veren açıklamalarda bulunduklarını; örneğin, "Mûsâ (a.s.) ve Firavundan murad, kalb ve nefistir" dedikleri halde, söz konusu tefsirlerin ulemanın tasdikinden geçtiği gibi, ümmet tarafından da kendilerine ilişilmediğini belirtmektedir. Ayetlerden muhtelif zamanlarda çıkartılan çok sayıdaki yorum ve tevillere karışılmayarak, saygı gösterildiği gibi, asrımızda Kur’an-ı Kerim’in bir tefsiri olan, bu asrın hastalıklarına cevap veren Risale-i Nur’un da aynı saygıyı görmesi ve bu çerçevede değerlendirilmesi gerektiğini izah etmektedir. Ayetlerin cüzi manaları ve sadece belli bir olay ve hadiseyle sınırlı olmadıkları, aksine, külli manaları ihtiva ettiklerini belirttikten sonra, Risale-i Nur’un da “Kur’an-ı Mübîn’in nurunu ve hidayetini neşreden bir kitab-ı mübîn” olduğunu belirtmektedir. (Kastamonu Lahikası, s. 144)
Necmeddin-i Kübra, iman ve irfan hizmetini sürdürürken, bölgeyi kasıp kavuran, başlarında Cengiz’in bulunduğu Moğol tehlikesiyle karşılaştı. Tarihin kaydettiği büyük felaket ve katliamlarından birini gerçekleştiren Moğollara karşı talebelerini memleketlerine gönderen büyük insan, kendisi de silaha sarıldı. Talebelerini memleketlerini savunmak üzere gönderirken, şarktan fitne ateşinin geldiğini, her tarafı yakacağını ve İslam tarihinde böyle bir fitnenin görülmediğini söyledi.
Moğollara karşı kılıcını eline alarak savaştığını belirten tarihi kaynaklarda fikir birliği mevcut olup, vatan savunması için cihat ederken şehit düştüğü aktarılmaktadır. Harezm’e saldıran Cengiz’in askerleriyle savaşırken 1221 yılında şehit düşmüştür. Türbesi Afganistan’ın Köhneürgenç şehrinde bulunmaktadır.
Necmeddin-i Kübra, talebe yetiştirmeğe büyük önem verip zamanını bu uğurda harcamasının yanında, önemli eserler de kaleme alarak insanların istifadesine sundu. Kâtip Çelebi, müellifin kaleme aldığı eserlerinden örnekler vermektedir. En önemli eseri, Kur’an-ı Kerim’i tefsir ettiği ve 12 ciltten oluşan Aynü’l-Hayat’tır.
Eserlerinden bazıları şunlardır: Usul-i Aşere, Risale fi Süluk, Risale ile’l-Haim, Fevaihü’l-Cemal, Adabü’s-Sufiye, Risale-i Necmeddin, Sekinetü’s-Salihin, Hidayetü’l-Talibin. Eserlerinin hemen hemen tamamı Arapça olarak kaleme alınmıştır. Rubailer de kaleme almış olup bunları ise Farsça yazmıştır.
-----------------------------------------------------------------------------
SÜHREVERDİYYE
Sühreverdiyye tasavvufta, Ebu Hafs Ömer bin Muhammed Şihabüddin Sühreverdi ve talebelerinin takip ettikleri yol, tarikat. 1145 (H.539) senesinde İran'ın Sühreverdi bölgesinde doğan Şihabüddin Sühreverdi, Ebü'n-Necib Sühreverdi'nin ilim meclislerinde yetişti. Avarifü'l-Mearif adlı eserinde tasavvufun hakikatlerini açıkladı. 1234 (H.632) senesinde Bağdat'ta vefat etti. Hazret-i Ali vasıtasıyla Peygamber efendimize ulaşan Sühreverdiyye yolunun Cüneyd-i Bağdadi hazretlerinden sonraki
Sühreverdiyye tasavvufta, Ebu Hafs Ömer bin Muhammed Şihabüddin Sühreverdi ve talebelerinin takip ettikleri yol, tarikat.
1145 (H.539) senesinde İran'ın Sühreverdi bölgesinde doğan Şihabüddin Sühreverdi, Ebü'n-Necib Sühreverdi'nin ilim meclislerinde yetişti. Avarifü'l-Mearif adlı eserinde tasavvufun hakikatlerini açıkladı.
1234 (H.632) senesinde Bağdat'ta vefat etti. Hazret-i Ali vasıtasıyla Peygamber efendimize ulaşan Sühreverdiyye yolunun Cüneyd-i Bağdadi hazretlerinden sonraki silsilesi şöyledir: Cüneyd-i Bağdadi, Ebu Ali Rodbari, Ebu Ali Katib Hüseyin, Ebu Osman Mağribi, Ebü'l-Kasım Gürgani, Ebu Bekr Nessac, Ahmed Gazali, Ziyaüddin Ebü'n-Necib, Abdülkahir Sühreverdi, Şihabüddin Sühreverdi.
Sühreverdiyye yolunda zikr-i cehri (Allahü tealanın adını sesli anmak) vardır. Zikr-i cehri, hazret-i Ali'den oniki imam vasıtasıyla gelmiştir. Bunların sekizincisi olan İmam-ı Ali Rıza'dan Ma'ruf-ı Kerhi almış ondan da Sırrı Sekati ondan da Cüneyd-i Bağdadi almıştır. Cüneyd-i Bağdadi'den sonra kollara ayrılmış ve talebelerinden Ebu Ali Rodbari yolundan, Kübreviyye, Edhemiyye, Çeştiyye, Bedeviyye ve Sühreverdiyye yolları hasıl oldu.
Bu yolun esasları; bütün diğer tarikatlarda olduğu gibi nefsin isteklerine karşı durmak, Allahü tealanın emir ve yasaklarına uymak, insanlara hizmet etmektir.
Sühreverdiyye yolunun kurucusu olan Şihabüddin Sühreverdi hazretleri oğluna nasihat ederek buyurdu ki: “Ey Oğul! Bu fani dünyanın zinetine, süsüne aldanıp gururlanma. Bir kimse dünyaya meylederse, helak olur. ahiret yolculuğuna hazır ol. Fırsat elindeyken Allahü tealadan başkasına gönül bağlama. Bir gün gelir pişmanlığın da fayda vermez.”
ŞEYH ŞİHABUDDİN-İ SÜHREVERDİ
evliyânın büyüklerinden ve fıkıh âlimi. İsmi, Ömer bin Muhammed bin Abdullah bin Muhammed es-Sühreverdî, künyesi Ebû Abdullahtır. Ebû Nasr ve Ebül-Kâsım Sûfî de denildi. Nesebi Ebû Bekr-i Sıddîka (radıyallahü anh) ulaşır. Şeyh Ebün-Necîbin kardeşinin oğludur. 1144 (H.539) senesinde Sühreverdde doğdu. 1234 (H.632) senesi Muharrem ayında vefât etti.
Şihâbüddîn Sühreverdî, ilim öğrenmek için Bağdata gitti. Amcası büyük âlim Ebün-Necîb Abdülkâhirin sohbetlerinde yetişerek tasavvuf ilimlerini öğrendi. Aynı zamanda Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin sohbetlerinde de bulundu. Basrada da Ebû Muhammed bin Abdullahın sohbetlerine devâm etti. Ebû Hafs Sühreverdî; amcasından, Ebû Muhammed Hibetullah bin Şiblî, Ebül-Feth bin Battî, Mamer bin Tâhir, Ebû Züra Makdisî, Ebül-Fütûh Tâî ve birçok âlimden hadîs-i şerîf dinleyip, rivâyette bulundu.
Kendisinden ise; İbn-i Dübeysî, İbn-i Nukta, Zekî Berzâlî, İbn-i Neccâr, Kavsî, Ebül-Ganâim bin Allân, İzz el-Fârûsî, Ebül-Abbâs el-Eberkûhî ve birçok âlim ilim öğrenip, hadîs-i şerîf rivâyetinde bulundu.
Buyurdu ki:
“Ey oğul! İnsanlarla münâkaşa etme. Seni medheden kimsenin sözüne aldanma. Seni kötüleyen kimsenin sözlerinden dolayı da üzülme. Herkese karşı iyi huylu ol. Tevâzuya yapış. Çünkü Resûlullah efendimiz; “Kim Allahü teâlânın rızâsı için tevâzu yaparsa, Allahü teâlâ onu yükseltir. Kim kibirlenir ve böbürlenirse, Allahü teâlâ onu alçaltır.” buyurdular.
İyi ve kötü kimseler karşısında her zaman edepli ol. Küçük büyük herkese merhametli ol. Onlara karşı şefkat ve merhamet gözüyle bak. Çok gülme. Çünkü gülmek, gaflettendir ve kalbi öldürür. Resûlullah efendimiz; “Eğer siz benim bildiğimi bilmiş olsaydınız, az güler, çok ağlardınız.” buyurdu.
Allahü teâlânın rahmetinden ümîdini kesme. Ümitle korku arasında yaşa.
Ey oğul! Dünyâyı terk et (Haram olan, Allahü teâlânın yasak ettiği şeyleri ve dünyâ sevgisini terk et). Çünkü dünyâyı isteyenin ve sevenin dîni gider. Namazını kıl, orucunu tut. Allahü teâlânın velî kullarına; malın, bedenin ve makâmınla hizmetçi ol. Onların kalplerini kazan ve onların yaşayışlarına göre hareket et. Ehl-i sünnet îtikâdında olan âlimlerden hiçbirinin sözlerini inkâr etme. Eğer inkâra gidersen ebediyen felâh bulamazsın.
Ey oğul! Allahü teâlânın sana rızık olarak verdiği şeylerde cömert ol. Cimrilik, hased, kin ve hîleden çok sakın. Çünkü, cimri ve hasetçi kimsenin yeri Cehennemdir. Hiçbir zaman hâlini insanlara açma. Zâhiri süsleme. Çünkü görünüşü süslemek, bâtının haraplığındandır.
Rızık konusunda Allahü teâlânın vaadlerine güven. Çünkü O, her canlının rızkını vereceğine dâir kefil oldu. Allahü teâlâ, Kurân-ı kerîmde meâlen; “Yerde yürüyen ne kadar canlı varsa, hepsinin rızkı, ancak Allahü teâlâya âittir.” buyurdu. (Hûd sûresi: 61)
İnsanlardan hiçbir şey bekleme. Hakkı söyle. Mahlûkâttan hiçbirisine meyletme. Mâlâyâniyi terk et. Peygamber efendimiz bir hadîs-i şerîfte; “Kişinin mâlâyâniyi (faydası olmayan şeyleri) terk etmesi, Müslümanlığının güzelliğindendir.” buyurdu.
Ey oğul! İnsanlara nasîhat edici ve faydalı ol. Yemeyi, içmeyi, konuşmayı ve uykuyu azalt. Sâdece ihtiyâcın kadar ye ve zarûret yoksa, konuşma. Çok uyuma. Namaz, oruç ve Allahü teâlânın zikriyle meşgul ol. Kalbin mahzûn, gözün yaşlar dökücü, amelin hâlis, duân hamd, arkadaşların fakir, evin mescit, malın ilim, zînetin zühd olsun.
Ey oğul! Fânî dünyânın zînetine aldanıp gurûrlanma. Dünyâya meyleden helâk olur. Âhiret yolculuğuna hâzır ol. Fırsat elindeyken, Allahü teâlâdan başkasına gönül bağlama. Bir gün gelir
pişmanlığın fayda vermez.”
Eserleri:
Ebû Hafs Sühreverdî birçok eser yazdı. Bunlardan bâzıları şunlardır: 1) AkîdetüErbâb-it-Takî, 2) Behcet-ül-Ebrâr fî Menâkıb-il-Gavs-il-Geylânî, 3) Bugyet-ül-Beyân fî Tefsîr-il-Kurân, 4) Avârif-ül-Meârif fî Beyân-ı Tarîk-il-Kavm (tasavvufa dâir bir eserdir)
---------------------------------------------------------------------------
HALİDİYYE
Halidiye, İslam dinine bağlı bir tarikat. Nakşibendi Tarikatının Halidiye Kolu. Mevlânâ Halid Bağdâdî'ye dayanmaktadır.Nakşibendilik tarikatının Kürt kolunu oluşturmaktadır.(Kendisinin Hz.Osman'ın soyundan olduğunu ifade eden birisi nasıl Kürt olur?Ayrıca tarikatın Türk ,Arap ,Hind vs.kolları mı var ki Kürt kolu olsun?)Kuzey Irak bölgesinde yaygındır.(Yine yanlış bilgi...Afganistan'dan Batı'ya kadar olan bütün Nakşi kolları-istisnalar hariç-Halidi'dir.)Erbakan hareketinin ondan temel aldığı söylenebilir.Soner Yalçın,son kitabı EFENDİ-2(BEYAZ MÜSLÜMANLARIN BÜYÜK SIRRI)nda bu tarikatı ve siyaset-ticaret-tarikat denklemini irdelemektedir.
MEVLANA HALİD-İ BAĞDADİ
Mevlana Halid-i Bağdadi, 1770-1827 yılları arasında Bağdat’ta yaşamış ve Kadiri dergahında eğitim görmüş bir Mevlevi’dir. Bağdadi, “Abdülkadir Geylani”nin el verdiği bir kimse olarak da bilinmektedir. Bu özelliği ile Halidilik ve Geylanilik, Müslümanlık’ta birbiriyle bağıntılı bir tarikat gibi görünmüştür. Ancak, daha sonra, Hazreti Hızır’dan ders aldığını ve onunla “Alemleri, ilahi katları birlikte gezerek öğrendiğini” bildiren Bağdadi, bir tarikat olmayan, ancak bir bilim ve sevgi birliği olarak tanımlanabilecek “Halidi Öğretisi” ile Geylanilik’ten ayrılmıştır.
Bağdadi ve Halidilik tarikatı ile ilgili olarak dilimizde yayınlanmış olan üç eser biliyoruz: Bunlar, “Halidiye Risalesi”, “Mecd-i Talid” (Büyük Doğuş) ve “Şemsü’s Şümus” (Güneşler Güneşi) isimli eserlerdir (K43). Yakup Çiçek tarafından dilimize çevrilen bu eserlerde, Bağdadi’nin doğum tarihi, Hicri 1190 (Miladi 1776) ve Hicri 1193 (Miladi 1779) olarak verilmiştir. Ölüm tarihi ise, Hicri 1242 (Miladi 1827) dir. Bağdadi’nin yaşam öyküsünü, söz konusu eserlerden aktararak kısaca sunuyoruz:
Bağdadi, Irak’ta, Süleymaniye’ye sekiz kilometre uzaklıktaki Karadağ kasabasında doğmuş ve orada büyümüştür. Zamanın ünlü hoca ve alimlerinden eğitim görmüş, Arapça ve Farsça nazım ve nesirdeki üstünlüğü ile en önde gelen belagat alimleri seviyesine yükselmiştir. Daha sonra, eğitimi için uzak yerlere giderek, oralarda ilmini daha yüksek mertebelere çıkarmıştır.
Bağdadi, tanınan ve takdir edilen ilmi kişiliğinin yanısıra, üstün ahlak ve “takva”sı ile de her zaman dikkati çeken bir özelliğe sahipti. “Ledunni” (kaynağı Kur’an’da gizli) bilimlere son derece vakıf olup, bu konularda o zamanın ileri gelen üstadlarından da daha ileri bir derecede bulunmaktaydı. Üstün bir zekaya, güçlü bir hafızaya ve derin bir anlayışa sahipti. Bununla birlikte, hocalarına karşı kendini küçük ve aciz gösterir; bildiği halde bilmeyen bir kimse gibi davranırdı. Bu, bir anlamda, yaptığı hayrı, iyiliği duyurmak istemeyen; ancak, yaptığı menfi bir hareketi de gizlemeye çalışmayan kimse anlamına gelen “Melami” davranışıydı. Herkes tarafından sevilen, pek sabırlı, kanaatkar ve pek muhterem bir kişiydi. Daima ruhani bir cezbe, ağlama ve tefekkür halinde bulunan Bağdadi Hazretleri, manen kemale ermiş üstün bir kişiliğe sahipti.
Bağdadi’nin, Hicri 1220 yılında Medine-i Münevvere’yi ziyareti sırasında başından geçen ilginç bir olayı kendi ağzından dinleyelim:
“Medine-i Münevvere’de, “salih”lerden biri ile karşılaşıp, özellikle irşadım konusunda faydalanmak istiyordum. Bir gün, Yemenli, “istikamet sahibi”, alim ve amil bir zatla karşılaştım. Hiç bir şey bilmeyen bir kişinin, büyük bir alimden nasihat istemesindeki tavrını takınarak, bana öğüt vermesini talep ettim. Bir çok nasihatte bulundu ve sonunda şöyle dedi: “Mekke-i Mükerreme’de, zahiri görünüşü şeriata ters düşse bile, gördüğün her şeye hemen karşı çıkmaya kalkışma”. Mekke-i Mükerreme’ye vardığımda, bir cuma günü, bir deve kurban eden kişinin eciri kadar sevaba nail olmak için, Mescid-i Haram’a erkenden geldim. Kabe’ye karşı oturup “Delail” okumaya başladım. Bu sırada, siyah sakallı, gösterişsiz, basit bir kıyafet giymiş bir adamın geldiğini ve sırtını Kabe’nin duvarına dayayıp, yüzünü bana çevirdiğini gördüm. İçimden, “Bu adam Kabe’ye karşı edep dışı davranıyor” diye düşündüm. Bu düşüncemin akabinde, o adam bana şunları söyledi: “Be adam! Sen bilmiyormusun, Allah katında mümine hürmet, Kabe’ye hürmetten daha üstündür. Tutup da, benim Kabe’ye sırtımı dönüp, yüzümü sana çevirmeme itiraz ediyorsun. Hem sen Medine’de yapılan nasihati ne çabuk unuttun”. Bu sözler üzerine, onun kesinlikle büyük bir “veli” olduğunu anladım ve hemen ellerine kapandım. Özür dileyerek beni irşad etmesini istedim. O da, “Senin irşadın bu diyarda değildir” deyip, eliyle Hindistan tarafını işaret etti. “Sana bu yönden işaret gelecektir ve irşadın orada olacaktır” diyerek sözünü tamamladı.”
Bağdadi, bu olaydan dört yıl sonra, Hicri 1224 yılında Hindistan’ın Cihanabad şehrine giderek, orada Şeyh Abdullah Dehlevi Hazretleri’nin mürşidliğinde Nakşibendi tarikatının eğitimine girer. Orada bir yıl kadar kaldıktan sonra, Şeyh Hazretleri, ona, “velayeti ikmal ettiğini”, dirayet ve tam bir vukufla “sülukunu” tamamladığını bildirir ve “irşad icazeti” verir. Hilafetin en üst derecesi olan “Hilafet-i Temme” ile onu beş tarikatta halife yapar. Bu tarikatlar, Nakşibendi, Kadiri, Sühreverdi, Kübrevi ve Çeşti’dir. Dönüşünde, Şeyh Hazretleri onunla birlikte yedi kilometre yürüyerek Bağdadi’yi yolcu eder. Bağdadi, seyahat ettiği beş gün süresince, yemez, içmez; vaktini sadece ibadet ve zikirle geçirir. Beşinci gün, Şiraz yakınlarındaki bir limandan İsfahan’a geçer. Uğradığı her yerde, insanları hidayete davet eder. Hemedan ve Semedüc’e gelir. Senedüc’de kaldığı süre içinde, matematik, geometri, astronomi ve coğrafya tahsil eder. Hicri 1226’da, nihayet Süleymaniye’ye ulaşır. Bundan iki yıl sonra, Hicri 1228 yılında Bağdat’a yerleşen Bağdadi, burada on yıl kadar kaldıktan sonra, Hicri 1238 yılında, müridleri, “etraf-ı iyali” ve halifeleriyle birlikte Şam’a yerleşir. Kaldığı her yerde, kalabalık insan gruplarının izdihamı içersinde, bir çok alim ve emir onu ziyarete gelir. Gelenleri, tefsir, hadis, tasavvuf, fıkıh ve çeşitli ilmi konularda yetiştirmeye çalışır, irşad eder. Kudüs, Halep ve Irak’ın tamamı, özellikle Bağdat, Basra, Kerkük, Erbil, İmadiye ve Cezire bölgeleri; Güneydoğu Anadolu, özellikle Mardin, Gaziantep, Urfa ve Diyarbakır bölgeleri; ayrıca, Hindistan, Afganistan, Maveraünnehir, Mısır, Amman ve Mağrip (Batı ülkeleri) halkından pek çok kimse onun müridi olmuşlardır.
Mevlana Halid-i Bağdadi, Hicri 1242 (Miladi 1827) yılında, “Zilkade”nin 14. Cuma gecesi, Taun hastalığından vefat etmiştir. Kabri, Şam’da, Salihiye’de olup, Müslümanlar’ın ziyaretine açıktır.
Biz Şa'bânî bülbülüyüz
Vahdet bağının gülüyüz
Varlığımız yoktur bizim
Meydânımız pâkdır bizim
Didârımız Hakk'tır bizim
Biz Şa'bânî bülbülüyüz
Vahdet bağının gülüyüz
Şerîatsız yol değiliz
Ma'rifetsiz kul değiliz
Hakîkatden dür değiliz
Biz Şa'bânî bülbülüyüz
Vahdet bağının gülüyüz
Kırklarla halvete girdik
Yedilerle sohbet ettik
Üçlerle birliğe yettik
Biz Şa'bânî bülbülüyüz
Vahdet bağının gülüyüz
Halveti'dir şöhretimiz
Vahdet kıldık kesretimiz
Mahviyettir maksadımız
Biz Şa'bânî bülbülüyüz
Vahdet bağının gülüyüz
Döneriz biz yane yane
Aşk meyine kane kane
Mestlikte erdik bu deme
Biz Şa' bânî bülbülüyüz
Vahdet bağının gülüyüz
Sanmasınlar biz mülhidiz
Hem müminiz hem müslimiz
Mucid değil muvahhidiz
Biz Şa'bânî bülbülüyüz
Vahdet bağının gülüyüz
Pîrimizdir Şeyh-i Şa'bân
Erkânıdır mağz-ı Kur'ân
Yolunda canımız kurbân
Biz Şa'bânî bülbülüyüz
Vahdet bağının gülüyüz
Sayılmayız parmak ile
Tükenmeyiz kırmak ile
Bir acayip dilhanemiz
Biz Şa'bânî bülbülüyüz
Vahdet bağının gülüyüz
Derviş Sâdık harabattır
Özü Hakk'a müstağraktır
Zikri fikri zât-ı Hakk'tır
Biz Şa'bânî bülbülüyüz
Vahdet bağının gülüyüz
eş Şeyh Sâdık
el Halveti eş Şa'bânî
-------------------------------------------------------------------------------
MELAMİLİK
MELAMİYYE
Bir tarikat adı. Melâmet, sözlükte kınamak, ayıplamak ve sitem etmek manalarına gelir. Melâmîlik yoluna bağlanan kimseye de "Melâmî" denir.
Melâmîliğin bir tarikat olduğunu söyleyenler yanında; kuralları belli bir tarikat olmadığını, her türlü gösterişten ve dünya kaygısından uzak kalmayı benimseyenlerin genel adı olduğunu ileri sürenler de vardır. Melâmîliğin bir tarikat olmadığı düşüncesi, kurucusunun ve kuruluş tarihinin bilinmediğinden dolayıdır. Birinci dönem Melâmîlik, "Melâmetiye" adıyla tanınır. İlk defa Nişabur'da hicrî III. asrın başlarında Ebu Salih Hamdun b. Ahmet b. Ammâr el-Kassâr, Melâmîliğin yayılmasında büyük rol oynamıştır. Melâmîlik, Hamdun Kassar'dan önce varsa da, bir tarikat haline onun zamanında gelmiştir.
Melâmîlikte Muhyiddin İbnü-l Arabî'nin "Vahdet-i vücud" görüşünün derin etkisi vardır. Melâmîler kaçınılması mümkün olmayan cemaatle namaz dışındaki ibadetlerini ve Allah'a yakınlıkla ilgili hallerini halktan gizlerler. Bunları açığa çıkarırlarsa kendilerini kınarlar. Gerçek durumlarını sezdirmemek için halk içinde sıradan bir insan gibi giyinip kendilerini belli etmeden yaşamaya çalışırlar. Görünüş ve gösterişe değer vermezler. İnsanlara yalnız kötü taraflarını gösterip iyiliklerini gizlemede çok ileri gittiklerinden, çevresindekiler onları kusurlu kimseler sanarak ayıplar ve kınarlar. En hoşlanmadıkları şey, kibir ve gösteriştir. Bu kötü huylardan korunmak, Melâmîlikte bir kuraldır. Özel giysileri ve tekkeleri yoktur. Melâmîler kimseye dertlerini açmazlar.
Çünkü kula ihtiyacı bildirmek, muhtaçtan yardım istemektir. Bu sebeple ihtiyacı Allah'tan dilemek ve Peygamber'in yolundan gitmek, kulluğun iki esasıdır. Birbirlerinin yardımına koşarlar. Bu konuda Hamdun Kassar; "Mümin, kardeşi için gece kandil, gündüz asa olmalıdır" der.
Melâmîlik başta Mevlevîlik olmak üzere IV. asrın sonlarında oluşmaya başlayan, V. ve VI. asırlarda gelişen tarikatları etkilemiş, birçok bâtınî mezhep ve mesleklerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Melâmîlik tarihi bakımından üç devreye ayrılır.
1. Devre: Kassariye Melâmîliği. Hamdun Kassar'a ait olan ve Melâmetiyye denen ilk devre melâmîliği. Hicri III. yüzyılda Nişabur'da ortaya çıkmıştır.
2. Devre: Bayramiyye Melâmîliği. İlk devre melâmîliği zamanla bâtınî grupların Melâmîliğe girmesiyle asıl sağlığını kaybetmiştir. Bunun yerini, hicri IX. asırda Bolu Göynük'de Hacı Bayram Veli ile ortaya çıkan ve ilk Melâmîlerin bütün özelliklerini taşıyan Bayramî Melâmîliği almıştır. Anadolu'da Melâmîliğin yayılması, Hacı Bayram Velî vasıtasıyla olmuştur.
3. Devre: Nuriyye Melâmîliği. Seyyid Muhammed Nur el-Arabî'ye ait olan bu kol, hicri XIII. asırda Üsküp'te ortaya çıkmıştır.
|